Çiftçi Defteri
    TÜRKİYENİN EN GÜVENİLİR
                GIDA, TARIM ve HAYVANCILIK PORTALI

E-Posta
Şifre
Beni Hatırla    
Ş. Unuttum | Üye Ol
Bugün: 09 Mayıs 2024 Perşembe
Haberler Yazarlarımız Basından Makaleler Günlük Teknik Bilgiler Etkinlikler Foto Galeri Video Galeri
 Şuan Buradasınız: Ana Sayfa »  BASINDAN MAKALELER » 
facebook
Twitter
 ANA SAYFA
 Gıda
 İçecek
 Tarla Bitkileri
 Sebzecilik
 Meyvecilik
 Hayvancılık
 Su Ürünleri
 Orman, Peyzaj
 Organik Tarım
 Çevre, Enerji
 Bilişim, Teknoloji
 Tarım Tedarik
 Ekonomi, Lojistik
 Tarımsal Desteklemeler

 
Bilim ve Bilimsel Düşüncenin Toplumsal İşlevi,
Demokratik Denetimi ve Özgürlük
 
Haldun M. Özaktaş
 
Bilkent Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Bilkent, Ankara
Bilim İçin Forum Kitapçığı, sayfa 42-47. İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği, Istanbul, 2010. 

Tarih içinde değişik zamanlarda ve coğrafyalarda var olmuş toplumlarda bilim, sanat, müzik gibi faaliyetlerle uğraşan insanlar olmuştur. Toplumlar önce beslenme, barınma, güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar. Ancak eski çağlardan beri,
bir kişinin üretebildikleri kendi temel ihtiyaçlarından fazlasını karşılayabildiği zamanlar, bu fazladan üretimin bir kısmı kendisini tamamen bilim, sanat, müzik gibi uğraşlara adayan kişileri desteklemek için kullanılmıştır. Bu kişiler birçok zaman iktidarın veya din ile ilgili kurumların himayesinde olmuştur ve faaliyetleri iktidar veya din ile ilgili işlevlerle ilişkili olmuştur. Örnek vermek gerekirse, sanat ve mimarlık eserlerinin imparatorların gücünü ve şanını halka göstermek için kullanılmasından ve müziğin dini törenlerdeki rolünden söz edebiliriz. Sanat, müzik ve edebiyat, değişik biçimlerde, insanların birçok duygusal ve sosyal ihtiyacını karşılamıştır.

Toplumlar ve iktidar sahipleri, bu nedenle bunlarla uğraşan kişileri desteklemiştir. Ancak bu uğraşların, doğrudan insanların bu tür ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde işlevleri de olmuştur. Toplumdaki bazı kişilerin yiyecek veya barınak üretmek yerine fikir ve
bilgi üretmesi, toplumun geleceğine yapılan bir yatırımdır. Bu fikirler ve bilgiler, toplumun kendini geliştirmesine, değişen koşullara uyum gösterebilmesine, varlığını sürdürmesine katkıda bulunmuştur.

Demokratik toplumlarda, toplumun geleceğine yaptığı bu yatırımın finansmanı bazı güçlükler içerir. Zira bu yatırımın geriye dönüşü ancak çok uzun vadede olur. Siyasetçiler, seçmenleri, torunları veya torunlarının torunları için yapılan bu yatırımın önemi konusunda ikna etmektense, şimdi daha çok tüketim yapabilmelerine imkan tanıyan politikalar uygulamayı daha kolay bulurlar. Siyasetçiler için bu tür yatırımları yapmak pragmatik açıdan düşünüldüğünde mantıklı bir seçim değildir. Aynı nedenle, uzun vadede geri dönüşü en yüksek yatırımlardan biri olmasına rağmen, ülkeler, eğitime ayırdıkları kaynakları artırmakta zorlanırlar. On veya yirmi yıl sonra daha etkili silahlar yapılmasına katkıda bulunacak araştırmalar bile, ortalama siyasetçinin vizyonu ötesinde gözükmektedir. Buna rağmen, gelişmiş toplumların çoğunun kısa vadede geri dönüşü olmayan bilimsel araştırmalara azımsanmayacak kaynaklar ayırıyor olması açıklanması gereken bir olgudur. Demek ki halkın iradesi ve siyasetçilerin pragmatik hesapları dışında bazı mekanizmalar sözkonusudur.

Devletlerin politikaları ve uygulamaları tamamen seçmenlerin tercihleri doğrultusunda değildir. Demokratik bile olsa, bütün devletlerin ve iktidarların halkın iradesine duyarlı olmayan uygulamaları vardır. Seçmenler her konuda eşit ölçüde duyarlı değildirler ve birçok uygulama onların sandıktaki tercihlerini fazla etkilemez. Bu konularda şu veya bu şekilde yerleşmiş uygulamalar devam eder ve kendine yer edinmiş gruplar ve kurumlar ülkenin kaynaklarından bir kısmını almaya devam ederler. Bu nasıl olagelmiştir? Belki şu veya bu şekilde seçmen iradesinden bağımsız olarak, geleceğine yatırım yapabilen ülkeler uzun vadede güçlenmiş ve varlıklarını sürdürmüşlerdir, diğerleri güçsüzleşmiş veya yok olmuştur, yani bir tür doğal seçme olmustur. Başka deyişle, demokratik süreçlere duyarlı olmayan bazı uygulama ve kurumlar, devletlerin gücünu ve kalıcılığını 
etkileyen bir unsurdur. Eğer bu açıklama doğruysa, seçmenlere ve siyasetçilere rağmen geleceğine yatırım yapmaya devam eden ülkelerin güçleneceğini, bunu yapamayan veya yapmayı sürdüremeyen ülkelerin gücünü yitireceğini öngörebiliriz. Örneğin, ABD ve bazı diğer gelişmiş ülkelerin, bugün torunlarının geleceğini tüketmekte olduğunu iddia edenler vardır.

Kuşkusuz demokrasiye inanan insanların gönlü ister ki, seçmenler bu uzun vadeli yatırımların önemini kavrasın ve bilerek, isteyerek bu yatırımlara destek versin. Zira toplumda bilim ve teknoloji ile ilgili verilen kararların çoğunun demokratik süreçlerin dışında oluşması çeşitli sakıncalar içermektedir. Toplumun kıt kaynakları, insanların gerçekten ihtiyaç duydukları veya seçme hakkı verilse tercih edebilecekleri şeylerin geliştirilmesine değil, piyasa dinamiklerinin yön verdiği şeylere harcanmaktadır. Örneğin, bugün çok yaygın olan bilgi ve iletişim teknolojilerin geliştirilmesine büyük kaynaklar ayrılmıştır. Ancak bu alanlara büyük yatırımlar yapılıp yapılmaması, veya bunlar yerine başka alanlara mı yatırım yapılmasının daha iyi olacağı konusunda halkın önemli bir katılımı olmamıştır. Halk, tüketici olarak bu araştırmaların sonucunda üretilen ürünleri almasa, bu yatırımlar devam etmezdi diye düşünülebilir, fakat iki nokta gözden kaçırılmamalıdır. Birincisi, bu araştırmalar önemli ölçüde tüketicilere yönelik olmayan silah gibi ürünlerin geliştirilmesi amacıyla devletler tarafından desteklenmiştir, ve böyle olduğu ölçüde tüketici tercihlerini yansıtmamaktadır. İkincisi, bu araştırmalar sonucunda üretilen ürünleri alan tüketiciler, birçok durumda bunun alternatifini almak seçeneğine sahip değildir. Tüketici bilgisayar veya cep telefonu alırken, markasını veya rengini seçebilir ve bu şekilde üreticileri yönlendirebilirler. Fakat, cep telefonu teknolojisi mi geliştirilseydi, yoksa onun yerine belli kanserlerin ölüm oranını yüzde yirmi azaltacak bir ilaç mı geliştirilseydi gibi bir tercihte bulunmak şansına sahip değildir. Tüketici tercihleri bu tür kök seçimleri belirlemekte fazla etkili değildir.

Bilim ve teknoloji geliştirilmesi konusundaki tercihlerin, insanların ihtiyaç ve tercihlerine daha duyarlı hale getirilmesi toplumların önemli bir hedefi olmalıdır. Ancak bunu sağlayacak etkin mekanizmaların neler olabileceği tartışmaya açık bir konudur. Öncelikle, halkın bu tür tercihleri yapabilmesi için asgari de olsa seçenekler konusunda bir miktar genel bilgi sahibi olması gereklidir. Sonra, bu tercihlerin nasıl bir platformda ortaya çıkartılabileceği sorunu vardır (örneğin, bazı Kuzey Avrupa ülkelerinde "konsensus konferansı" denen bir yöntem denenmiştir). Ve sonuçta, bu tercihler doğrultusunda yatırımların nasıl yönlendirileceği konusu vardır. Tüketici tercihlerinin yeterli bir yönlendirici olmadığı açıktır. Devlet kendisi yaptığı yatırımları bunlara göre yönlendirebilir ancak özel sektörün yaptığı yatırımları ancak vergi indirimi veya bazı destekler sağlamak gibi dolaylı yollardan etkileyebilir.

Bilim, yaratıcı bir uğraş olarak sanat, müzik ve edebiyattan farklı bazı özellikler sergiler. Sanat, müzik ve edebiyat en azından bazı şekilleri ile insanların doğrudan tükettiği ürünler ortaya koyar. Eğlence endüstrisinin sunduğu ürün ve hizmetlerin önemli bir kısmı sinema da dahil olmak üzere sanat, müzik, edebiyat ve seyir sporlarından türetilmiştir. Yaygın olarak tüketilmeyen sanat, müzik ve edebiyat eserleri, ya yaygın tüketilenlerden gelen gelirlerin bir kısmı ile sübvanse edilir, veya tıpkı saf bilim gibi devlet veya özel kurumlar ve benzerleri ile desteklenir. Bilimin üretileri insanlar tarafından doğrudan tüketilmez. Popüler bilim kitapları ve programları, popüler müzik ile karşılaştırıldığında çok küçük bir sektördür. Zaten bilimciler de popüler bilim kitaplarında yer alsın diye bilim üretmezler, bunlar bir yan üründür. Bilimcilerin bir kısmı çalışmalarını, eğitim hizmeti vererek sübvanse ederler. Üniversitelerde çalışan araştırmacılar için bu kısmen böyledir. Özel sektör de kısa vadede ürün geliştirilmesine katkıda bulunacağını umduğu araştırmaları destekler. Devlet ise savunma başta olmak üzere kamu ihtiyaçlarına hizmet edecek araştırmaları destekler. Bunun ötesinde, daha önce değindiğimiz gibi bazı toplumlar, kamu kaynaklarının bir kısmını kısa vadede getirisi olmayan araştırmaları desteklemek için de kullanırlar.

Bilimcilerin çoğunun bilimle ilgili saf bir bakış açısı vardır, çünkü bilimcilerin çoğu eğitimlerinin bir parçası olarak bilimin tarihi ve felsefesi konusunda fazla şey öğrenmezler ve bu konularda fazla düşünmezler. Bu saf bakışa göre şu veya bu bilimsel bilgi yanlış olabilir, fakat bilimin kendisinin eleştirilecek bir yanı yoktur, çünkü bilimde bütün bilgiler düzeltilmeye açıktır, dogma değildir. Kusurlar varsa bunlar tek tek bilimcilere veya tek tek kurumlara aittir, fakat bilimsel yöntemin kendisi gerçeğe ulaşmanın tek ve mutlak yoludur ve gerçeğe ulaşmanın diğer yollarından üstündür. Kuşkusuz bu bakışta önemli bir gerçek payı vardır. Eksikliği, bilimi sadece soyut bir yöntem ve düşünce biçimi olarak görmesidir. Oysa bilim bunun ötesinde sosyal bir kurumdur ve bu yönü dışarda bırakıldığında bilimi anlamak mümkün değildir. Bilimi icra eden kişilerin de toplumdaki diğer gruplar gibi egosu vardır, hem birey olarak hem grup olarak korumak istedikleri menfaatleri vardır. Bilim de, tıpkı din gibi, gerçeğin ve doğrunun ne olduğu konusunda tekel olma iddiasında olmuştur. Oldukça uzun bir süre boyunca bilim ve din bu konuda mücadele etmiştir ve nihayetinde birbirlerinin ayağına basmayacakları bir noktada uzlaşmışlardır. Her ne kadar evrim kuramı gibi bazı konularda önemli çatışmalar görsek de, bugün bilim ve din arasında çok büyük çatışmalar olmadığını düşünüyorum. Din, pozitif sorunlar ve maddiyatla ilgili konularda önemli ölçüde geri adım atmış, bu konuları bilime teslim etmiştir. Bilim ise, normatif sorunlar, değerler ve maneviyatla ilgili konulardan neredeyse tamamen elini çekmiştir. Bu nedenle bugün özellikle pozitif bilimcilerin, örneğin kozmoloji ile uğraşan bir fizikçinin, aynı zamanda çok dindar bir katolik olmasında herhangi bir çelişki yoktur. Bilimin ve dinin savları büyük ölçüde birbirleri açısından tehdit veya çelişki yaratmamaktadır. Ateşli tartışma konusu olan örneklerde de çoğu zaman, gerçek bir çelişkiden çok, iktidar mücadeleleri nedeniyle yaratılmış yapay çelişkiler sözkonusudur.

Bilimin, bilgi üzerinde tekel olma iddiasını taşıyan sosyal bir kurum olarak, sihir, büyü ve dinden çok da farklı olmadığını iddia edenler olmuştur. Bilimcilerin çoğu böyle bir iddia karşısında şok olurlar ve şiddetle karşı çıkarlar. Elbette buna şaşırmamak gerekir; bütün  kurumların mensupları, kendi meşruiyetlerinin bu kadar derinden sorgulanmasına benzer tepkiler gösterirler. Bilimciler, bilimin bu diğer kurumlardan farklı ve üstün özellikleri olduğunu düşünürler. Bu özellikler arasında, ürettiği bilgiyi sorgulamaya devam edebilmek ve gerektiğinde düzeltebilmek, otoriteye değil deney, gözlem ve kanıtlara dayalı olmak, ve bağımsız ve özgür olmak vardır. Kuşkusuz bunlarda büyük gerçek payı vardır ancak bilim tarihi ve sosyolojisi bize bazı bilimsel bilgilerin neredeyse dogma haline gelebildiğini, bazı zaman veya ortamlarda yeterince sorgulanamadığını, bilimcilerin veya bilim kurumlarının her zaman bağımsız ve özgür olamadığını da göstermiştir.
 
Ayrıca, bilimin doğayla ilgili düşünceleri amansızca sorguladığı kadar, bir kurum ve topluluk olarak kendisini sorgulamakta o kadar da başarılı olamadığı da olmuştur. Bilimi bütün bu olası kusurlardan arındırılmış Platonik bir ideal olarak düşünmektense, insanların ve toplumların kusurlarından muaf olmayan sosyal bir kurum olarak düşünmek, bilimin toplum içindeki rolünü anlamak açısından daha faydalıdır.

Bir başka konu da bilimin, insanların değişik bilgi ihtiyaçlarının hepsini karşılamak konusunda eşit ölçüde başarılı olamamasıdır. Belirttiğimiz gibi bilim, normatif sorunlar, değerler ve maneviyatla ilgili fazla bir şey söylememektedir. Bazıları daha da ileri giderek, bu konularda zaten pek bir şey söylenemeyeceğini, veya söylenebilecek herhangi bir şeyin dayanağı olamayacağını iddia ederler. Bu, cevabını bilmediğimiz felsefi bir sorundur, fakat şu yadsınamaz ki birey ve toplum olarak cevap bekleyen normatif sorunlarımız, manevi ihtiyaçlarımız vardır. İnsanlar bu sorunlara cevap aramaya, bu ihtiyaçları karşılamaya çalışacaklardır. Bilimin sırtını döndüğü bu sorunlar karşısında tek seçenek körü körüne inanç mıdır? Bütün cevaplar eşit ölçüde muteber midir?

Sadece pozitif konulara odaklanırsak bile, bilimin bazı alanlarda diğerlerine göre daha başarılı olduğunu gözleyebiliriz. Örneğin, yokluk ve çaresizlik içinde olanlar hariç, insanların büyük çoğunluğu, sağlıkla ilgili bir konuda veya bir bina inşa ederken bilimden
şaşmazlar. Öte yandan, edebiyatın bize insanın iç dünyası, çevresiyle ve toplumla etkileşimi konusunda birçok şey öğrettiğini düşünüyorum. Bu bilgi bilimsel bir bilgi değildir, fakat birçok durumda insanlar için daha anlamlı ve faydalı bir bilgidir.

Türkiye'ye odaklanırsak, gelişmiş ülkelerin aksine, sosyal bir kurum olarak bilimi sorgulamak bugün Türkiye'nin esas önceliği değildir ve olmamalıdır. Türkiye'nin öncelikle bilimsel ve sorgulayıcı düşünceyi yaygın kılmaya, bilimi hem kültürel bir faaliyet olarak, hem geleceğe bir yatırım olarak, hem de insanların bugünkü hayat kalitesini artıran bir uğraş olarak desteklemeye ihtiyacı vardır. Toplumları bir organizma olarak ele alırsak, sorunlarını çözmek için kullanabilecekleri bir toplumsal akla sahip olduklarını düşünebiliriz. Türkiye toplumunun yaptığı bazı tercihler kendisinin hayrına tercihler olmamış ve bazı sorunlarını çözmekte çok başarılı olamamıştır. Nasıl ki insan bireyleri bazen kendilerine zarar veren düşünce ve davranış biçimlerine kapılırlar ve bundan kurtulamazlarsa, Türkiye toplumunun da sorunlarını çözme, insanlarını daha iyi yaşatma kabiliyetinde bu tür zayıflıklar vardır. Bu irsi veya kader olan bir şey değildir, tarihsel olaylar Türkiye'yi bu noktaya getirmiştir ve kolay olmasa da aşılabilecek bir şeydir. Bütün bu yazdıklarımız ve konuştuklarımız da bu arayışın bir parçasıdır. Önemli bir zayıflığımız yaratıcılık ve esnek düşünme eksikliği nedeni ile bazı sorunlarımızın içinden çıkılamaz hale gelmesi, kemikleşmesidir. Türkiye sürekli kendi insanlarının beynini yıkamış, onları belli bir şekilde düşünmeye koşullamaya çalışmış, farklı düşünenlere hayatı dar etmiştir. Düşünen ve yaratan insanlarını hapse atarak veya başka sekillerde ziyan etmiştir. Bugün h\^{a}l\^{a} birçok şeyi ifade etmek, yasak değilse bile tabudur. Eğitimin amacı doktrinleri aşılamak, insanları kolay kontrol edilebilen bireyler haline getirmektir. Doktriner eğitim sistemi, sorgulamamayı, otoriteye itaati, çizgiden sapmamayı özendirdiği için, insanlara pedagojik açıdan ağır hasar vermiştir. Bazı düşüncelerin ifadesinin yasak veya tabu olması, çözümü çok da zor olmayan sorunların çözülmesine fırsat vermemiş, büyük maddi, manevi ve can kayıplarına yol açmıştır. ABD'den Japonya'ya dünyada iz bırakan düşünce akımlarının bir çoğu Türkiye'de hissedilmemiş, bunların toplumsal dönüşümlere kaynaklık etmesi fırsatı değerlendirilememiştir. İnkar üstüne kurulu bir dünya görüşü, Türkiye'yi izole etmiş, daha da kendi kabuğuna çekilmesine yol açmıştır.

İktidar az kişinin elinde veya bir zümrenin elinde olabilir, el değiştirebilir. Önemli olan toplumun geniş kesimlerinin kendi geleceği üzerinde ne kadar söz sahibi olduğudur. İnsanların yaratıcılığı ve özgür düşünme kabiliyeti nesiller boyunca köreltilmişse, nominal olarak sahip oldukları egemenliğin fazla faydasını göremezler, çünkü gücü ellerinde tutanlar kanun zoruyla veya silah zoruyla değilse de etkileme yoluyla istediklerini elde ederler. Tarih boyunca çoğu zaman olduğu gibi çoğunluğun mutluluğu, azınlığınki için feda edilir.

Sadece kanunlar önünde özgür olmak, egemenliğe ortak olmak yeterli değildir. Fikrimiz ve vicdanımız da özgür olmadıkça kanunen sahip olduğumuz özgürlükleri kullanamayız, sömürülmekten kurtulamayız. Artık ülkeler birbirini sömürmüyor, bazı insanlar diğerlerini sömürüyor. Türkiye'de de Avrupa'da da Amerika'da da sömüren olduğu kadar sömürülen de var. Sömürmek kelimesinin ideolojik yükü olduğu için, burada sadece hakkını yemek anlamında kullandığımı vurgulamak isterim. Türk toplumunun çoğunluğu, içinde Türk olanların da Türk olmayanların da bulunduğu bir azınlığa hakkını yediriyor. Çözümü o kadar da zor olmayan sorunlarını çözemiyor. Bunu temel nedeni özgür ve yaratıcı ve sorgulayıcı düşünme alışkanlıklarını kazanamamış veya yitirmiş olmasıdır.

Son on yılda Türkiye bazı tabularını kırmakta önemli adımlar attı, bazı konuşamadıklarını konuşmaya başladı. Bazı korkularını silkmeye, ağza alınamayacakları ağza almaya başladı. Bunların bir kısmı küreselleşmenin yan etkisi olarak, bir kısmı iletişimdeki olanakların artması sonucu oldu. Bu çok büyük bir fırsattır. Bu sadece sınıflar arasında iktidarın el değiştirmesinden mi ibaret olacak, bazı dogmaların yerini başka dogmalar mı alacak, yoksa toplum bu fırsatı kullanarak gerçekten daha özgür mü olacak?

Ekleme Tarihi
04.04.2012
Ekleyen Kişi
şahin yaylacı

Etiketler: Haldun M. Özaktaş
Paylaş | |

>> Arşiv İçin Tıklayınız