Çiftçi Defteri
    TÜRKİYENİN EN GÜVENİLİR
                GIDA, TARIM ve HAYVANCILIK PORTALI

E-Posta
Şifre
Beni Hatırla    
Ş. Unuttum | Üye Ol
Bugün: 14 Mayıs 2024 Salı
Haberler Yazarlarımız Basından Makaleler Günlük Teknik Bilgiler Etkinlikler Foto Galeri Video Galeri
 Şuan Buradasınız: Ana Sayfa »  HABERLER » 
facebook
Twitter
 ANA SAYFA
 Gıda
 İçecek
 Tarla Bitkileri
 Sebzecilik
 Meyvecilik
 Hayvancılık
 Su Ürünleri
 Orman, Peyzaj
 Organik Tarım
 Çevre, Enerji
 Bilişim, Teknoloji
 Tarım Tedarik
 Ekonomi, Lojistik
 Tarımsal Desteklemeler
 


Kalkınmacı politikalar bizi kaosa sürüklüyor

Boğaziçi Üniversitesi’nin konuğu olarak İstanbul’a gelen Britanyalı akademisyen ve romancı Amitav Ghosh, kalkınmacı politikaların dünyayı kaosa sürüklediğini söylüyor.

Amitav Ghosh, Britanya’nın önde gelen romancılarından. Kimilerine göre Nobelli yazar V.S.Naipaul’un varisi, kimi eleştirmenlere göre ise Salman Rushdie’nin halefi. Ve sadece romancı değil Ghosh; antropolog, tarihçi, gazeteci, Oxford mezunu, Harvard’da misafir proseför.

Ghosh, Boğaziçi Üniversitesi’nin 150’nci yıl etkinlikleri kapsamında düzenlenen Boğaziçi Chronicles’ın davetlisi olarak İstanbul’a geldi. ABD, Britanya ve Hindistan arasında mekik dokuyan Ghosh’un “hâlâ evim” dediği Hindistan’a dair endişelerini okuyacaksınız bu söyleşide. Yakından bakın; Ghosh’un endişeleri, son 13 yılımızın bir yansıması niteliğinde. Söz, Ghosh’da.

“Hindistan’ın en güzel yanı, istediğiniz kişi olmanıza izin vermesidir” diyorsunuz. Dünyada böyle bir yer var mı gerçekten?
Bir zamanlar vardı ama kaybettik. Hindistan, farklılıklara önem veren bir ülkeydi. Şimdi günden güne bunun değiştiğini görüyoruz. İfade özgürlüğü giderek kısıtlanıyor. Toplumsal cinsiyet rolleri yeniden ve muhafazakâr bir dille biçimlendirildiğinden, kadının görünürlüğü azalıyor, kendini gerçekleştirebilmesi zorlaşıyor. Yani, özünde Hindistan eskisine nazaran- ki o zaman da çok parlak değildi hâlimiz- daha az toleranslı bir ülkeye dönüşüyor.
 
Bu cümlelerden Hindistan’ı çıkarıp Türkiye desek de geçerliliğini korur gözlemleriniz...
 
Bunu demeniz çok ilginç; zira ben de Türkiye ile Hindistan arasında özellikle son yıllarda büyük benzerlikler olduğunu düşünmeye başladım.

Nasıl benzerlikler?
 
Her iki ülke de kısa zaman önce seçimlere gitti. Hindistan’daki son seçim süreci, Başbakan Erdoğan’ın 2001’de iktidara gelişine çok benziyor, çarpıcı benzerlikler var. Eski, köhnemiş, seküler ve elitist bir zümrenin yıllar süren yönetiminden ve yolsuzluklarından duyulan bezginlik, dinci sağcı politikalara yöneltti insanları. Ekonomi çevrelerinin de desteğini alan bu yeni oluşum, ülkedeki eski yapıları söküp, yerine yenisini, kendinden olanı getirmeye başladı.

Endişeli gibisiniz?
 
Endişeliyim çünkü Hindistan’daki azınlıklar açısından tehlikeli bir döneme girdiğimizi düşünüyorum. Her ne kadar ülkede dinî odaklı problemler her zaman olsa da, seküler bir devlet anlayışı demokrasinin az çok tesis edilmesini mümkün kılıyordu. Şimdi bunun değişeceğini öngörebiliyoruz. Yine de, sanırım beni asıl endişelendiren, yeni iktidarın “kalkınma” vaadiyle seçimleri kazanmış olması.

Bizde iktidar partisinin adında “kalkınma” geçiyor. Ne var bunda endişelenecek?
 
Dünyanın her tarafında bir kalkınma fetişizmi görüyoruz, hepimizi ele geçiren bir delilik bu adeta. Ne ki, hele bu dönemde kalkınma vaadinde bulunmak pervasızlıktır.

Neden?
 
Dünyanın dört bir yanında kalkınmacı politikaların duraksamaya, hatta düşüşe geçtiği bir evreye girmiş durumdayız. ABD’de, Avrupa’da, Çin’de, Japonya’da bunu görebilirsiniz. Son 10 yılda dünyada gözlemlediğimiz kalkınma, ekonominin “kolay lokması“ydı bir bakıma; e, o lokmaları iştahla yuttuk. Bu evrede, insanlar kalkınmanın hızlanmasını istiyorlarsa...

Ne anlama gelir bu?

Hindistan’da şu anlama gelecek mesela; yoksul ve kimsesizlerin korunması için geliştirilen geleneksel yöntemlerin hepsinin üstü çizilecek. Anayasal korunma altında olan ormanlık alanlar, madenler el değiştirecek. Peki, sonuç ne olabilir? Direniş. İnsanlar bu kalkınmacı politikaların sonuçlarını gördüğünde, büyük bir kargaşa, belki de ayaklanma doğacak. Bakın, bu pervasız kalkınmacı politikaların sonuçlarından biri iklim değişikliği ve bunun etkilerini görmeye başladık. Düşünün, bu gidişin sonu ne olacak? Çevreyi umursamadan yürütülen bu kalkınmacı politikalar, dünyayı kaosa sürüklüyor. İstanbul’a bir dönüp bakın; şehrin büyük bir bölümü deniz seviyesinde. Batı Antarktika buz tabakalarının kaymasıyla, İstanbul’un ne kadarı sular altında kalacak, biliyor musunuz? Bu kaos giderek büyüyecek, çünkü kalkınmanın fiziksel sınırları var. Önlenemez bir kalkınma fikrinin geçersiz olduğunu doğa kendisi söylüyor bize.

Kalkınma idealinin “hepimizi ele geçiren bir delilik” olmasında, politika yapıcıların payı ne sizce?
 
Asıl tehlikeli olan da o: Politikacılar artık sadece ekonomiyi yöneten insanlar olarak algılanıyor; böyle bir genel kabul var. Ekonomi yönetir, politikacılar da ekonominin işletmecisidir. Eskiden siyasetin insanlara bir çeşit toplumsal refah sunabileceğine dair bir umut besliyorduk, son 20 yılda ortaya çıkan bu yeni politikacı biçiminin yıkıcı etkileri var. Neoliberalizm, politikacıları ekonominin işletmecilerine döndürdü ve dünyayı yıkıma sürükleyen etmenlerden biri de bu.

Bu yeni düzende politikacının görevi nedir tam olarak?
 
Politikacının görevi servet aktarımından ibarettir; serveti toplumun çok küçük bir kısmına aktarabilmek için kitleleri bastırmak onların görevidir. Thomas Piketty gibi ekonomistler, bizim içgüdüsel olarak hissettiğimiz bu tehlikelerin teorik çerçevesini çiziyor; bunu bilimsel olarak inceleyebiliyoruz artık yani.
 
Sağın yükselişi uyarı alarmı


İstanbul’da günleriniz nasıl geçer?
Okuyorum sadece. Çok uzun zamandır yoğun bir şekilde Ibis üçlemesinin son romanını yazıyordum, bir araya ihtiyacım vardı. Biraz da İstanbul’u keşfetmeyi istiyorum aslında, buraya en son 43 yıl önce gelmiştim.

43 yıl araya rağmen, sanırım yakından takip ediyorsunuz burayı?
 
Türkiye’ye dair her şeye vakıfım diyemem tabii ki ama takip ediyorum. Biraz da Mısır’la kan bağımdan dolayı Orta Doğu’ya karşı özel bir ilgim var. Suriye’deki savaşı mesela yakından takip ediyorum ve bütün bu çatışmaların iklim değişikliğinden kaynaklandığına dair görüşüm pekişiyor. Gazetelere şöyle bir üstünkörü bakmanız bile yeter: Eşi benzeri görülmemiş bir dönemde yaşıyoruz. Aynı gün Barselona’da ayaklanma, Yunanistan’da gösteri, İstanbul’da direniş, Mısır’da çatışma, Suriye’de savaş olduğunu görüyoruz. Küresel bir ayaklanmaya doğru sürükleniyoruz; sistem çökmüş durumda.

Çözüm?
 
Çözümü olmayan sorunlarla karşı karşıyayız. Avrupa projesine gönülden inanıyordum. Eğer herhangi bir proje umut vaat ediyorsa, bunun Avrupa Birliği projesi olduğu konusunda hiç şüphem yoktu ama şimdi o projenin de raydan çıktığını görüyoruz. Avrupa da eski yöntemlerine dönüyor ki bu çok korkutucu bir şey. Son seçimlerde sağın inanılmaz yükselişini uyarı alarmı olarak görmek gerekiyor bence. Avrupa ilk dönemini kalkınmayla geçirdi. Çünkü bu kalkınmacı politikalar balona benziyor; patlayana kadar genişliyor, en sonunda patlayacak.


Bugünkü dünyayı afyon kurdu


Gazeteci, antropolog, tarihçi, akademisyen... Yolunuz romanla nasıl kesişti?
 
Ben okuyarak romancı oldum. Gazeteciliğin de etkisi büyüktür tabii ki. Sizin yaşlarınızdayken, Hindistan’da sizinle aynı işi yapıyordum. Gazetecilik, sizi dünyayla buluşturuyor; doğal bir güdü değil bu, ben mesela kendi kafamın içinde yaşamayı tercih ederim. Dünyayla haşır neşir olmak durumunda kalmak, gerçekliği tarif etmek durumunda olmak, gözlemleme yetimin gelişmesi hep gazetecilik sayesinde oldu.
 
Seyahat romanlarınızda başat bir rol oynuyor. Karakterler, tarih, zaman hep bir akış hâlinde...

Babamın mesleği dolayısıyla çocukluğum seyahat ederek geçti. Ve yazmaya başladığımda, kendi tecrübelerime benzer bir dünya kurgulamak istedim. Kitaplar, romanlar bunu anlatmamıştı daha önce; roman tarihsel olarak tek bir yerde geçer, romanın kökleşmiş olması beklenir. Ne ki dünyada kökleşmiş bir yer yok. İstanbul’da kaç tane İstanbullu var mesela?
 
Sonrasında, Hindistanlıların dünyaya yayılmalarına merak saldım. Hindistanlıların işgücü, 19’uncu yüzyıldan itibaren köleliğin yerini almıştı çünkü. Bir de özünde afyon ticaretine dayanan Hindistan- Çin ilişkilerine odaklanmaya başladım. Türkiye ile ortak noktamızdan biri de bu aslında: 19’uncu yüzyılda Çin’e afyon sağlayan ana kaynak Türkiye ve Hindistan’dı. Hatta emin değilim ama Boğaziçi’nin kurucularından biri de büyük ihtimalle afyon ticareti yapıyordu.

Kitaplarınızda büyük rol oynayan Afyon Savaşları, günümüz savaşlarına benzer saiklerle başlıyor...

Kesinlikle. I. ve II. Körfez Savaşı’yla Afyon Savaşları arasında kesinlikle büyük benzerlikler var. Afyon Savaşları, serbest ticaret adına başlatılan ilk savaştı ve “özgürlük” vaat ediyordu. Irak Savaşı da “özgürlük” vaadiyle yapılmadı mı? Serbest ticaret tabiri, zaten Batı’nın Asya’ya afyon satabilmek için ürettiği bir tabir. Amerika’nın en güçlü aileleri gelirlerini afyon ticaretinden kazanmıştı; büyük ve saygın Amerikan üniversitelerinin hepsi afyon ticaretinden elde edilen parayla kurulmuştu. Ne ki, kapitalizmin yiğit tarihi bütün bunları unutmamızı sağladı. Kapitalizm de, çünkü tarihini kendi yazıyor. Ben afyonu aslında kalkınmanın metaforu olarak kullandım romanlarımda. Afyon bağımlılık yapar, kalkınmacı politikalar da bir çeşit bağımlılık. Ve bu bağımlılık bizi yok edecek.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Ekleme Tarihi
16.06.2014
Ekleyen Kişi
Özgür Şevik

Etiketler: Amitav Ghosh, Boğaziçi Üniversitesi, kalkınmacı politikala, ekonomi
Link: Kalkınmacı politikalar bizi kaosa sürüklüyor




  HABERLER
>> Arşiv İçin Tıklayınız