Sabahın 4'ünde Boğaz'ın bohem filozofuyla hayata dair Son balık da öldüğünde paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacağız. Keşke parayı değil balığı yediğimizi anlamış olsaydık. Belki o zaman paranın değil denizin kıymetini bilirdik.
Mesut Kaptan, doğma büyüme Üsküdarlı. Üniversiteyi üçüncü sınıfta terk etmiş. 34 yıldır geçimini balık tutarak sağlıyor. Bizim baktığımızdan farklı bakıyor Boğaz’ın sularına... Hem aşkla hem de minnetle...
Üsküdar sahili... Önümde çarşaf gibi düz denizin karanlık sularında Kız Kulesi bir inci gibi parlıyor. Arkada, Tarihi Yarımada’nın üzerinde dolunay usul usul minarelerin arasından kayıp gidiyor. Hemen yanı başımda halaydan horana kadar değişen bir yelpazede dans eden gençlerin eğlence coşkusu bile bu huzurlu manzara karşısında dikkatimi çekmekte yetersiz kalıyor. Başımı sağ tarafta dans eden insanlara çevirdiğimde arkada gökyüzüne doğru yükselen gökdelenleri görüyorum. Tam bu sırada beklediğim kişi geliyor. Boğazın nevi şahsına münhasır çocukluktan balıkçısı Mesut Soydaner... Namı diğer Mesut Kaptan.
“Görmeyeli gençleşmişsin” deyişime karşımızda Ayasofya’nın üzerinde batan ayı göstererek “Çünkü ben bu manzaraya bakıyorum. Ağımı atarken bile” diyerek yanıt veriyor.
Mesut Kaptan, doğma büyüme Üsküdarlı. Çocukluğu Boğaz’da geçmiş. Sonra bir daha da kopamamış, 61 yıllık hayatının neredeyse tamamını bu sularda geçirmiş. 34 yıldır geçimini balık tutarak sağlıyor. Üniversitede işletme okurken üçüncü sınıfta terk etmiş: “Balıkçılık biraz da bohem işi... Belki ben onu sevdim biraz. Üniversiteyi bıraktım ve bir daha da aklıma gelmedi.”
Bizim baktığımızdan farklı bakıyor Boğaz’ın sularına... Hem aşkla hem de minnetle... Çünkü iki çocuğunu da bu sulardan tuttuğu balıkla okutmuş ve birini evlendirmiş.
Hangi balık ne zaman, nereden geçer, Boğaz’da nerede bekler, nasıl hareket eder... 34 yıldır tuttuğu bir günlüğü var. Tuttuğu bu günlük bu günlerde akademik çalışmalara da rehberlik ediyor. Uzmanlarla görüşüp karşılıklı bilgi alışverişinde bulunuyor.
Güneşin doğmasına yakın, yüzündeki hüzün giderek daha belirginleşiyor. “Emekli olmayacak mısın?” diye soruyorum gayri ihtiyari. Soruma gökdelenleri işaret ederek, “Son balık da öldüğünde” diye yanıt veriyor. Ardından da gülümseyerek: “Kızılderilinin dediği gibi son balık da öldüğünde paranın yenmeyecek bir şey olduğunu anlayacağız. Keşke parayı değil balığı yediğimizi anlamış olsaydık. Belki o zaman paranın değil denizin kıymetini bilirdik...”
BOĞAZ’IN DA BALIĞIN DA YÜZDE 90’I GİTTİ
180 kulaçlık (yaklaşık 400 metre) ağımızı Boğaz’ın karanlık sularına bırakıyoruz. Bunu ne yapacağını bilen, kendinden emin bir insanın rahatlığıyla yapıyor Mesut Kaptan. Ağı bırakırken şakayla karışık uyarmayı da unutmuyor: “Sakın ağı nereye attığımızı yazma.”
“Balığın da Boğaz’ın da yüzde 90’ı yok oldu gitti” diyor daha ben sormadan: “Çocukluğumda iskelede durur denizi seyrederdim. Akvaryum gibiydi. Balık kaynıyordu. Su berraktı, zemin ışıl ışıldı. Ekolojik dengeyi bozduk. Bazen olta atıyorum mesela. Derinliğe göre ucunda üç buçuk kilo ağırlık oluyor. Çektiğimde o ağırlık simsiyah geliyor artık. Boğaz’ın tabanında artık lağım var. Lağımla ve kimyasal atıklarımızla suyu çok kirlettik. Balıklar da bizi terk etti. Küstü bize. Durmuyor artık Boğaz’da. Kırlangıç, dülger, sinarit, orkinos, gümüş, ıstakoz, kılıçbalığı... Hiçbiri kalmadı. Sadece palamut, lüfer, istavrit, bir de iskorpit var. Onlar bile çok azalmış durumda. Mesela en son 1985’te torik yakaladım. Biliyorum halen geçiyor Boğaz’dan. Ama durmuyor... Av sinyali vermiyor.
Sonra bir süre sessizlik oluyor ağı çekme zamanı. Yüzü Tarihi Yarımada’ya dönük olarak çekiyor ağını güneş ışıkları bulutların arasından denize süzülürken. Topu topu üç-beş kilo barbun yakalayabiliyoruz. “Açgözlülük ve ilişkilerimizin aldığı hal durumu bu hale getirdi” diyor. Yine de şükrediyor.
“Neden böyle oldu?” diye soruyorum. Bir süre sessiz kalmasından sorumu fazla naif bulduğu anlaşılıyor. Arkasındaki gökdelenlere doğru uzatıyor elini. Sonra Üsküdar sahil yoluyla deniz arasına örülen duvarı göstererek “Baksana” diyor, “Ne kıyı kaldı ne koy. Eskiden derelerin Boğaz’a aktığı yerlerden pislik akıyor artık!” Sonra eliyle gökdelenleri işaret ediyor yine o tarafa doğru hiç bakmadan. “Sanki bir çocuk kâğıt üzerine çizmiş gibi. Şehir yükseldikçe suyun altı karardı. Günbegün gördüm bunu. Ama o gökdelenlerin yükselmesinin de Boğaz’ın altının kararmasının da altında yatan neden aynı aslında. Yaşam biçimimiz değişti. İnsanların arasındaki hoşgörüye, yardımlaşmaya bağlı ilişki yok oldu. Çocukluğumda annem Bulgar komşumuzla camiyi temizlerdi. Şimdi böyle bir hoşgörü, anlayış kalmadı ki! Herkes birbiriyle yarış halinde... Gökdelenler de bu yarışımızın bir sonucu. İnsanla insan arasındaki ilişki bozuldu mu deniz de kurur orman da...”
BOĞAZ’I ANLAMAKTA GÜÇLÜK ÇEKİYORUM
İki kıtanın arasında seyrediyoruz İstanbul’u. Bir yanımızda gökdelenler diğer yanda Mesut Kaptan’ın Tarihi Yarımadası... Işığın artmasıyla birlikte Boğaz’daki trafik de şehirdeki gürültü de yavaş yavaş artmaya başlıyor. Anlıyorum ki bu kent artık günün hiçbir saatinde sakin olamayacak kadar kalabalık. Ağımızdaki balıkları ayıklamak için Kız Kulesi’nin arkasına çekiyoruz motorumuzu.
“Biliyor musun?” diye tekrar başlıyor söze: “Artık Boğaz’dan çupra çıkıyor. Hatta geçen yıl ağıma bir caretta caretta takıldı.” Yüzümdeki şaşkınlıktan sanki memnun: “34 yıldır Boğaz’ın günlüğünü tuttum ama artık ben de Boğaz’ı anlayamıyorum.” |