Türkiye’de haberlere yeterince yansımasa da bir önceki hafta sonu önemli bir tarihi ana tanıklık etmiştik. Halkın İklim Yürüyüşü adlı kampanya çerçevesinde dünya genelinde yaklaşık 700 bin kişi kendi şehrinin sokaklarına çıkarak “iklim değil, sistem değişsin” dedi.
Dile kolay, New York’ta yaklaşık 400 bin kişi yürüdü. Böylelikle iklim değişikliği üzerine dünya genelinde yapılmış en büyük protesto gerçekleşti. 23 Eylül günü düzenlenen Birleşmiş Milletler İklim Zirvesi’ne güçlü bir mesaj gönderilmiş oldu.
Pelin Cengiz T24’te yayınlanan yazısında bu zirvenin ne anlama geldiğini, içerdiği tartışmaları, alın(may)an kararları, bundan sonraki zirvelerden beklentileri karar alma mekanizmalarının içerisinden bakarak kaleme almıştı.
Kısa vadede -sorunun aciliyetinden dolayı ortası, uzunu kalmadı- bizleri neler beklediğini anlamak için, bir de iklim hareketi çerçevesinden değerlendirme yapmak gerek. Zira karar vericiler artan ve yenilenmekte olan küresel –aynı zamanda yerel- bir muhalefetle karşı karşıya.
Bu protestonun neden önemli olduğunu madde madde sayarsak…
Siyasi fırsatlar: Ekolojik dengeyi radikal bir şekilde bozarak, dünyayı uçuruma sürükleyen iklim değişikliğinin ne çapta büyük bir tehlike olduğundan uzun uzadıya bahsetmeye gerek yok. Özetle, 20’nci yüzyılın başından beri küresel sıcaklık 0,9 derece arttı. Eğer bu artış 2 derecenin altında tutulmazsa ekolojinin dengesi geri dönülemez bir şekilde bozulacak.
Bu durum, çeşitli bilim insanlarının ve dahası sırf bu konu üzerine kurulan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (Intergovernmental Panel on Climate Change, IPCC) yürüttüğü araştırmaların sonucunda bilimsel bir gerçek olarak ortaya kondu. Kondu konmasına da, herkes bu bilimsel gerçeği kabul etmemekte.
Siyasi ve ekonomik alanlarda İklim değişikliği meselesi ekseninde iki ana tavırdan bahsetmek mümkün: Bir tarafta iklim değişikliğine ve bu durumun baş sorumlusu fosil yakıt kullanımına karşı olanlar var. Karşılarında ise bilimsel gerçekler karşısında kulaklarının üstüne yatan ret cephesi.
Ret cephesinin kilit aktörlerini, siyasi karar alıcılar ve ulus-ötesi şirketlerin yöneticileri oluşturmakta. İklim değişikliğiyle ilgili sergiledikleri tavırlar bakımından kendi aralarında ikiye ayrılıyorlar:
Birinci grup, iklim değişikliğinin ekolojik sistemin doğal döngüsü içindeki olağan bir süreç olduğunu, ekolojik dengedeki bozulmanın insan eliyle yaratıldığına dair yeterli kanıtın olmadığını iddia ediyor.
İkinci grup ise, iklim değişikliğini kabul etse de önemsememe yolunu seçiyor. Önceliği piyasa merkezli büyüme politikalarının devam etmesine veriyor. Kafalarının bir yerinde gelişen teknolojiyle ileride nasılsa bir çaresini buluruz diye bir fikir var.
Sonuçta, hepsi aynı kapıya çıkmakta. Dünya genelinde fosil yakıtlar ana enerji kaynağı olarak kullanılmaya devam ediliyor. Dostlar alışverişte görsün diyerek kerhen getirilen bazı çözümler ise –karbon piyasası gibi- yaraya merhem olmak yerine, sorunun piyasalaştırılmasına neden oluyor.
Ancak siyasi ve ekonomik elitlerin oluşturduğu ret cephesinde son zamanlarda belirmekte olan bir yarılmanın izleri görülmekte. Şimdilik lafta kalsa da, reddiyecilerin bir kısmı iklim değişikliğinin boyutlarını ve yıkıcı etkilerini kabul eden açıklamalar yapmaya başladı. Bu duruma işaret eden önemli göstergelerden biri de, iklim değişikliğinin geçtiğimiz Dünya Ekonomik Forumu’nun ana gündem maddelerinden biri olarak belirlenmesiydi. Dünya Bankası Başkanı Jim Yong Kim, BM Genel Sekreteri Ban ki Moon başta olmak üzere birçok ülkenin lideri ve bakanları, şirket yöneticileri ve uluslararası örgütlerin yöneticileri acil önlemler alınmasının gerektiğini telaffuz etti. Diğer yandan, bırakın Danimarka ve Almanya’yı, A.B.D. ve Çin’de bile temiz enerjiye yatırımlar artmakta. Yine de, özellikle A.B.D.’nin kaşıkla verdiğini özellikle zift/katran kumu ve kaya gazı yatırımlarından dolayı kepçeyle aldığını; ulus-ötesi şirket yöneticilerinin çoğunun “işlerini korumak” istemekten başka bir şey yapmadığını unutmamak gerek.
Adına yarılma dediğimiz elitler arasındaki fikir ayrılığı, tarihte birçok örneğin gösterdiği gibi toplumsal hareketlerin işine gelen bir durum. Bir kere karşılarında herhangi bir talebi kolaylıkla görmezden gelecek kuvvetli bir blok bulunmuyor. Hatta, elitlerin kendi yanlarında duran kısmıyla kurulan ittifaklar karar alma süreçlerine müdahale etme şanslarını arttırıyor. Diğer yandan, toplumsal hareketlerin kamuoyunun gözündeki meşruiyeti de artıyor.
İşte, bir kısım elit arasında farklı gerekçelerle de olsa ortaya çıkmaya başlayan iklim değişikliği hassasiyeti, iklim değişikliğini yok sayanlar karşısında iklim hareketinin elini güçlendirecek bir unsur.
Yerel ve küreseli birleştiren eylem stratejisi: İklim değişikliğini durdurmak için seferber olan aktörler önceleri konuyla ilgili uluslararası zirve ve toplantıları hedeflemekteydi. Amaç, toplantılar esnasında yapılan kitlesel eylemlerle liderlerin kararlarını etkilemekti. Ancak, Kopenhag’da olduğu gibi yüz binlerin katıldığı protesto yürüyüşlerin bile alınan kararlarda üzerinde hiçbir etkisinin olmadığı görüldü. Aslında bu tip zirvelerin karar alma süreçlerinin son noktası olduğunu, yetkililerin her birinin toplantıya gelmeden önce kararlarını belirlediklerini gören iklim değişikliği eylemcileri –özellikle de lokomotif örgütlenmelerden 350.org-, eylemlerini zirvelerle sınırlı bırakmama kararı aldı. Yerel, ulusal ve bölgesel düzeyde etkinlik, faaliyet ve protestolar düzenleyerek her bir devletin karar alıcılarını daimi bir baskı alma yoluna girdiler. Bu aynı zamanda, farklı yerel ve ulusal aktörler arasındaki bağları sürekli kılan bir unsur oldu. İşte Halkın İklim Yürüyüşü de iklim değişikliği karşıtı ulus-ötesi hareket ağının varlığı sayesinde organize edildi.
Halkın İklim Yürüyüşü’nün bir özelliği de ana merkezi zirvenin yapıldığı New York olsa da dünya genelinde eşzamanlı eylemleri içeren Küresel Eylem Günü (KEG) olarak organize edilmesi. Gerçi, KEG iklim eylemcilerinin öteden beri kullandığı bir eylem biçimi. Ancak, yukarıda bahsedilen strateji değişikliği ile beraber daha da anlam kazanmakta. Böylelikle, iklim değişikliğine neden olan politikalara karşı muhalefetin yerkürenin her bir noktasından yükseldiğini gösterirken, bu koca iklim hareketi ağının dayanışma bağlarını da güçlendiriyor.
Katılımcıların çeşitliliği: New York’taki yürüyüş katılımcıların kimlikleri ve dünya görüşleri açısından oldukça çeşitliydi. Bu da iklim hareketinin yeni bir aşamaya geldiğinin habercisi. Bugüne kadar iklim hareketinin başını ekolojist gruplar ve organizasyonlar, üniversite öğrencileri ve yerli toplulukları çekerken, New York’taki yürüyüşe farklı kiliseler, inanç grupları ve işçi sendikalarından büyük bir katılım oldu.
Kiliselerin ve inanç gruplarının iklim hareketine dahil olmasının iki temel önemi bulunmakta. Birincisi, daha önce herhangi bir ekoloji hareketinin içerisinde yer almamış aktörlere ulaşmanın imkanını sağlıyor. İkincisi, bu grupların topladıkları bağışları değerlendirmek için yaptıkları yatırımları enerji şirketlerinin hisselerinden ve destekçi bankalardan çekmelerinin önünü açıyor. Bu da, fosil yakıt lobisini korkutan hem maddi, hem de sembolik bir tehdit.
İşçi hareketine ve sendikalara gelince… Yenilenebilir enerjiye geçişle ekonomide hedeflenen köklü dönüşümün işsizliğe neden olacağını düşünen sendikalar öteden beri iklim hareketine mesafeli durmaktaydı. (Klasik) sendikalar ilk kez bir iklim değişikliği eylemine böylesine büyük destek verdi ve katıldı. Sendikaların tereddütlerinin yersiz olduğunu, Greenpeace yayınladığı raporla daha önce ortaya koymuştu. Rapora göre, yenilenilebilir enerjiye geçişle beraber fosil yakıtlara dayalı ekonomik sistemin sağladığından çok daha fazla iş fırsatı doğacak. Hesaplara göre, 2030 yılında çalışanlar için sadece küresel enerji sektöründe 3.2 milyon yeni iş imkanı oluşacak.
Özetle, iklim değişikliğine engelleme yolunda son duraklardan biri olan 2015 yılında Paris’te yapılacak iklim zirvesi öncesinde muhalefet küresel çapta büyüyor ve çeşitleniyor. Henüz dişe dokunur herhangi bir adım atılmasına neden olmasa da, elitler arasında baş gösteren yarılmanın iklim değişikliği muhalefetinin elini biraz daha güçlendirdiğini söylemek yanlış olmaz.
***
Öte yandan, Halkın İklim Yürüyüşü’nün İstanbul ayağına kısaca değinirsek…
İyimser bakıldığında katılım daha önceki iklimle yürüyüşlerine göre fena olmayan bir orandaydı. Ancak işin bir de öteki yüzü var. Türkiye’nin karbon emisyon artışının rekor düzeyde olduğu hesaba katıldığında, İstanbul’daki yürüyüş oldukça küçük kaldı. Üstelik, ormanları katleden HES’lere, termik santrallere karşı onlarca yerel direniş varken...
Diğer bir deyişle, iklim hareketinin Türkiye ayağının önünde ekolojiyle ilgili yerel meselelerin, örgütlenmelerin ve eylemlerin küresel olanla bağlantısını kurmak gibi atlanması gereken önemli bir eşik bulunmakta.
***
Son olarak, İklim Zirvesi’ndeki incilerden biri İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş’tan geldi. Zirve kapsamında gerçekleştirilen Şehirler toplantısında Topbaş şunları söyledi:
“Biz İstanbul olarak fosil yakıtlarından arındırılmış, çevreye saygılı alanlar oluşturmak için çalışmalar sürdürüyoruz. Bu konuda bireylerin tepkili ve tavırlı olmasını bekliyoruz. Bir birey, yönetimin yaptığı bir çalışmaya tepki gösteriyorsa, başarı sağlanır. Sadece bizim çalışmalarımız yetmez.”
Tepki derken ne kastediliyor, içeriği nedir, kestirmesi güç. Fakat Topbaş “yönetim olarak biz üzerimize düşeni yapıyoruz, bireylerden karşılık göremiyoruz” anlamında kullandıysa, mevcut durumu tarif etmiyor.
Çünkü…
Kadir Topbaş, kendi yönetimi sırasında hazırlanan, ‘İstanbul’un Anayasası’ olarak sunlan ve İstanbul’un kuzey ormanlarına dokunulmayacağını garanti eden 1/100 bin ölçekli İstanbul Çevre Düzeni Planı’na uymayan bir belediye başkanı.
Aynı zamanda motorlu taşıt trafiğini, dolayısıyla da fosil yakıt kullanımını ve karbon emisyonunu katbekat arttırmanın önünü açacak üçüncü köprü yapımını onaylayan bir belediye başkanı.
Dahası, Topbaş ormanları tahrip eden HES’lerin inşa edilmesi, kömür kullanımının artmasına neden olacak yeni termik santrallerin yapılması -sadece Çanakkale’de var olan 3 tanenin yanına 10 tane yeni termik santral yapılması planlanıyor- gibi projelere imza atan AKP’nin üyesi.
Öte yandan, Türkiye’de bireyler zaten kolektif olarak örgütleniyor ve sayılan projelerin hemen her birine muhalefet ederek ‘tepki’ veriyor ki bunun adına toplumsal hareketler diyoruz.
Yani, Türkiye’de eksik olan tepki değil. Asıl eksiklik bu tepkileri kale alacak yönetimler.