GENETİĞİ değiştirilmiş organizmalarla ilgili bir yazı yazacak oldum, başıma gelmeyen kalmadı.
Oysa tek söylemeye çalıştığım şuydu: Biyoteknolojiyi kategorik olarak reddetmeyin, yararlı sonuçlar da doğurabiliyor ve doğurdu bile ama zararlı sonuçları denetleyecek bir sistem kurulmasına çalışın. Ne rüşvetçiliğim kaldı ne akılsızlığım... Sözde Türkiye’nin ‘okumuş yazmış’ kesiminde yer alan ortaüst sınıf insanların bir bölümünden sadece dün sabahtan öğlene kadar işittiğim hakareti başka hiçbir vesileyle bu yoğunlukta işitmemiştim. Neyse, orası çok önemli değil. Önemli olan şu: Bir okuyucum, beni eleştirirken, 2005 yılında yapılmış bir ‘bilimsel’ sempozyumun tutanaklarını göndermiş, ‘Oku da öğren’ demiş kabaca. Ben de merak edip okumaya başladım ve sahiden çok ama çok üzüldüm. Çünkü, isimlerinin başında ‘prof’ ünvanı olan konuşmacılar, sanki bir bilimsel sempozyumda değil de halk için yapılan bir TV programında konuşuyorlardı. Bilgiler üstünkörü ve yüzeysel, verilen rakamlar çoğunlukla çelişkili, daha önemlisi içinde ‘bilim’ yok, var olan durumu anlamaya ve anlatmaya çalışma var sadece. Mesela söz sırası en son gelen ‘prof’ yakınıyor, ‘Benim söyleyeceklerim söylendi, tekrardan kaçınmaya çalışacağım’ diyor. Oysa tarımda biyoteknoloji kullanımı o kadar da yeni değil; 1966’ya kadar uzanıyor. Hadi bu ‘bilim’ bir yerde gelişmiş diyelim, ama aradan geçen zamanda bize hala ulaşamamış, kendimizi dünya seviyesiyle bir türlü eşitleyememişiz. Tek yaptığımız oralarda neler olduğunu anlamaya çalışmak ve anlarsak da etrafımıza anlatmaktan ibaret. Üzücü bir durum. Ve esasen bu üzücü durum, ‘GDO sorunu’nun tam da merkezinde yer alan bir durum. Çünkü atı alan Üsküdar’ı geçmiş, genetik müdahaleyi yapmış, bunu sürdürülebilir kılacak belki onlarca deneme-yanılma safhasından geçmiş, tohumunu ticari olarak üretebilir hale gelmiş, sonra ekmiş, denemiş ve en sonunda da dünya pazarına sunmuş. Siz hala, ‘Yahu neymiş bu GDO bir öğreneyim’ aşamasındasınız ve hemen milliyetçi tepki veriyorsunuz: ‘Yabancı tekeller ülkemizde tohumculuğu öldürecek.’ Fakat Türkiye yalnız değil bu konuda. Avrupa da zamanında (ama bizden aşağı yukarı 30 yıl önce) aynı tepkiyi verdi; çünkü biyoteknolojileri yoktu, bitki genlerine müdahale akıllarına geldiyse bile bunu ticarileştirmemişlerdi ve ellerindeki tohum pazarı birden küçülme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Avrupa kökenli ve insan korkularına hitab eden GDO’yu karalama kampanyasının Türkiye’ye de gelmiş olması birilerine ‘ilerleme’ gibi gözükebilir ama Avrupa bu korkusunu sağlıklı biçimde aştı, çok sıkı denetim ve kurallarla GDO’yu kullanıyor. ‘Tarımda dışa bağımlılık’ denen şey Türkiye’de daha büyük tabu, biz ‘Tarımsal olarak kendine yeten ülke’ yalanıyla büyütüldük, eminim nesiller hala bu yalanla yetiştiriliyor. Yediğimiz içtiğimiz şeyler konusunda dikkatli ve tedbirli olalım, hatta korkalım çekinelim ama ‘GDO toptan yasaklanmalıdır’ laflarına da prim vermeyelim.
Hintliler kör olmaya devam etsin mi?
HİNDİSTAN’ın geniş bölgelerinde en ucuz ve en ulaşılabilir besin pirinç. Her yıl çok sayıda Hintli, pirinçten başka bir şey tüketemediği için A vitamini eksikliğine dayalı olarak kör oluyor. Peki acaba pirinçlerin A vitamini eksikliği yaratmaması sağlanabilse ne olur? Milyonlarca Hintli kör olmasa? Bir örnek daha vereyim: Türkiye, buğdaya dadanan süne ve kımıl zararlılarıyla mücadele ediyor. Bu mücadelenin ve iki zararlının zararının toplam maliyeti 2 milyar dolara yakın hesaplanıyor. Peki süne ve kımıl zararlısının zarar veremeyeceği bir buğdayımız olsa?
Alerji ve antibiyotiğe dayanık ılık riski
GDO’lu gıdanın şu anda pek çok riski de var. Gıdanın geniyle oynadığınız, ona gen eklediğiniz veya çıkardığınız zaman, ortaya eski ürüne benzeyen ama aslında henüz yeterince uzun süre denenmemiş yep yeni bir bitki çıkarıyorsunuz. Bugün tükettiğimiz temel gıdaların çoğunu 10 bin yıldır tüketiyor insanlık, yani yeterince uzun süre denendi. Ama GDO’lu mısır veya soyanın tüketildikten sonra bünyede ne yaptığını henüz yeterince denemedik. Kural koyma ve denetleme tam da bunun için lazım. Gıdayla ilgili konularda denetim görevini genellikle ülkelerin tarım bakanlıkları yapıyor. Tarım Bakanlıklarının bu denetleme ve lisans verme birimlerinin bence aynen ilaç izin veren birimlerin olduğu kadar işini ince eleyip sık dokuyan kurumlar olması lazım. GDO’lu gıdaların lisans alma süresi çok daha uzun olmalı, daha bilimsel kıstaslarla daha çok deney yapılmalı.
Gen patentine süre kısıtlaması
BİYOTEKNOLOJİ ve biyogenetik, görece genç bilim ve teknoloji dalları. Doğal olarak bu konuda hukuki düzenleme de ya yok ya da yeni yeni yapılmaya çalışılıyor. (Türkiye’de de bu konuda Medipol Üniversitesi ile Çanakkale Aycavık Belediyesi ortaklaşa bir Bio-Etik sempozyumu düzenliyor, 6-8 Eylülde Bektaş Köyü’nde.) Örneğin Amerika’da insan genlerinin patenti alınıyor. Veya bitki genlerinin. Ve birden bire insanlığa ait bir şey, gen, birden bire bir kişinin veya şirketin ‘fikri mülkiyeti’ haline geliyor. Amerikan Yüksek Mahkemesi başlangıçta bu uygulamayı kabul etti ama şimdi şimdi konu yeniden tartışılıyor ve mahkeme gündemine gelecek. Avrupa’da ise genlerin patentlenemeyeceği mahkemece kararlaştırıldı. Tabii, patentlemeyi savunanlar, bu sayede bilimin ilerlediğini, şirketlerin bu mülkiyet hakkı sebebiyle araştırmaları desteklediğini söylüyor. Çok da haksız değiller. O yüzden bana kalırsa orta yola gidilmeli, ilaç endüstrisinin tabi olduğu patent kuralları gıda için de geçerli olmalı. Yani, yeni bir gen bulan, tür bulan için 20 yıllık bir patent koruma süresi işlemeli, ama sonra o gen insanlığın ortak malı olmalı. Mevcut patent korumasının en büyük sakıncası, dev gıda şirketlerinin ürettikleri bu yeni bitkilerin tarafsız bilim insanlarınca incelenmesini engelliyor olmasından kaynaklanıyor. Biraz eleştirel araştırmaların bile yayınlanmasını engelliyor bu gıda/tarım devleri.
Oysa, aynen ilaçta olduğu gibi bir lisanslama ve deneme süreleri olmalı yeni genlerin, ancak o zorlu yol aşıldıktan sonra o genle üretilmiş ürünler tüketiciye ulaşabilmeli.