Abdullah Aysu Tarımsal üretimin başlangıç ve bitiş noktası olarak tohum
Tohum, bitkisel üretimin ve gıda zincirinin ilk halkasıdır. Tarım, tohumun bulunmasıyla başlamıştır. İnsanoğlunun tarıma başladığı ilk yıllarda buğday yabancı bir ottu. Olgunlaştığı zaman başaklar çatlar, tohumları da toprağa saçılırdı. Buğdayın doğadaki devamlılığını sağlayan da buydu. Ancak bu durum tohumun toplanarak üretim yapılmasına olanak vermiyordu. Kadın çiftçiler önce bu başaklar arasında tohumlarını saçmayanları seçtiler. Seçtikleriyle üretime başladılar. Yani doğada, tohumluğunu ekme, seçtiği tohumu tarlaya saçma yöntemiyle ıslah çalışmaları yapmaya başladılar ve çiftçi aileler bitkisel üretimlerini böyle yapageldiler. Ekseriyetle kadınlar, ıslah ve geliştirme çalışmalarını laboratuarlarda değil, doğanın bağrında uygulamalı olarak yaptılar. Bu süreç ve üretim tarzı bilindiği üzere on binlerce yıldır sürmektedir. [1] Birçok bitki doğanın ve özellikle kadın çiftçilerin binlerce yıldır sürdürdüğü ıslah çalışmaları ve bilgeliğiyle bugüne kadar geldi. Bu ürün çeşitliliğini hem arttırdı hem de devamlılığını sağladı. Bilinebileceği gibi tohum olmazsa tarım ve gıda olmaz. Toprağa gübre (organik-kimyasal) saçmazsanız, bitkiye veya böceğe ilaç atmazsanız az da olsa bir miktar ürün alabilirsiniz. Ama toprağa tohum saçmazsanız ürün elde edemezsiniz. Bu nedenle üretici köylüler ve tüketiciler için tohum yaşamla eş öneme sahiptir.
Şirketlerin en büyük hayali, çiftçiyi/köylüyü kendilerine bağımlı kılmak, bunun için de tohumu ele geçirmektir. Çünkü tarımsal üretimi kendi denetimleri altına almak isteyen şirketler bilirler ki, eğer, çiftçinin tohumu varsa dışarıdan hiçbir girdi almadan bile üretim yapabilir. Çekici gücü kendi hayvanlarıyla sağlayabilir, gübreyi hayvanlarından ve bitkilerinden elde edebilir, zararlılarla kendi yöntem ve deneyimleriyle baş edebilir. Bu nedenle, şu konu çok önemlidir: Şirketlerin tarım ve gıdada egemenlik kurmaları için tohumu ele geçirmeleri şarttır.[2]
Yeşil devrim safsatasıyla tohum, şirketler tarafından ele geçirilmiştir. Yeşil devrimin öyküsü kısaca şöyledir: Rockefeller ailesi ilk başlarda Meksika’daki yeni melez (kırma) buğday üretimine geçer. Ancak modern araçlar, mekanize traktörler, kimyasal gübreler ve hepsinden önemlisi gaz ya da benzinle çalışan sulama pompaları gereklidir. Yoksa melez tohumun verimli olması mümkün değildir. Yeşil devrim böyle bilinerek, farkında olarak tasarlanmıştır. Yani bilinçlidir. Tesadüf değildir; planlıdır. Yaratacağı sonuçlar da başından itibaren planlayıcıları tarafından bilinmektedir. Yeşil devrimin ilk uygulamalarından birinin yapıldığı Meksika’da melez buğday, Kuzey ve Kuzeybatıda zengin ve yeni sulanmış geniş arazilere ekilir. Yeşil devrimin gerektirdiği traktör ve sulama için gerekli petrol ABD’den getirilir. Aslında Rockefeller petrolcüdür de. Petrol ve tarımı yeşil devrim sayesinde birleştirerek, kârlılığını zıplatacaktır. Daha sonra yeşil devrim verimli toprakların olduğu Hindistan’a da sıçratılır. Fakat her şey o kadar kolay değildir. Geleneksel köylü tarımına göre endüstriyel tarım çok para ve her yıl başlangıç sermayesi gerektirmektedir. Az gelişmiş ülkeler ile çiftçilerde para yoktur. Ona da çare bulunacaktır.
Devlet köylülere borç vermek için programlar hazırlar fakat varsıl toprak sahiplerinden onlara pek sıra gelmez. Onlar da parayı banka dışındaki tefecilerden yüksek faizler karşılığında almak zorunda kalır. Tefecilerin uyguladığı yüksek faizler nedeniyle çiftçilerin pek çoğu tüm ürününü satıp borcunu ancak kapatabilmektedir. Kapatamayanlar topraklarını kaybetmekte, mesleğini terk etmek zorunda kalmaktadır…
Yeşil devrim ayrıca tarım hayatına yeni makineler de sokmuştur. Bu makineler doğal toprak yapısını bozacak, mahvedecektir. Amerikan şirketlerini cezbeden başka bir konu daha var ki, yeşil devrimin belkemiğidir bu: yeşil devrimin bel kemiği, bütün kilitleri açan tohumdur. Yeşil devrimde kullanılan melez tohum bir yıllıktır. İkinci yıl verimi yok denecek kadar düşmektedir. İkinci yıl toprağa tohum saçmak için çiftçileri yine tohum şirketlerinden para karşılığı tohum satın almaya mecbur kılan bir yöntemdir. Bu yöntem, tohumun çiftçinin elinden alınıp, tohum şirketlerine verilmesidir. Başka bir deyişle tohumun özelleştirilmesidir. Tohumu ele geçiren şirketler, tarım alanında emin adımlarla ilerlemeye başladılar. Tarımın kontrolünü ellerine geçirdiler. Tarımı şirketleştirdiler. Başka bir deyişle, tarımsal üretim girdisini üretme ve sağlama kısmına şirketler egemen oldular.
Tohumla tarımda sağlanan küresel kontrol, Monsanto’ya bağlı ‘Dekalb’ ve ‘Pioneer HiBred’ gibi sonradan genetiği değiştirilmiş tohuma zemin hazırlayacak olan sayıları 10’u geçmeyen dev şirketin elinde artık. Melez tohumdan elde edilen üründen bir sonraki yılın tohumunu alamama riskinden ayrı olarak, melez tohumların saçıldığı tarlalara kimyasal gübre verilmeden, yabani ot ve böcek ilacı kullanmadan istenilen verim alınamamaktadır. Yani şirketlerden bir hile alan, hileyi alıp (yutup) gidemiyor. “Kurtulamıyor!”. Yanında birkaç hile daha alması gerekiyor! Hibrit tohum bu hilelerin zokası oluyor. Gerisi geliyor. Tohumun kullanımını zorunlu kıldığı kimyasal gübre ve ilaç ile çiftçiler sağım makinesine bağlanıyor. Sağım makinesi çiftçilerin bir memesinin ucuna hibrit tohum, birinin ucuna kimyasal gübre, birinin ucuna kimyasal ilaç, diğerinin ucuna mazot için bağlanıyor. Böyle sağılıyor ve iliklerine kadar sömürülüyor çiftçiler ve doğa. Üstelik sömürü bir yıllık, bir seferlik de değil. Her yıl ve sürekli. Tohum alan aynı zamanda kimyasal gübre ve ilaç satın almak ve kullanmak zorunda kalıyor. Yoksa aldığı tohumdan yüksek verim elde edebilmesi mümkün olmuyor. İşte böyle tohumla başlayan çiftçi sömürüsü ve doğadan hırsızlık girdi üreten şirketler tarafından her yıl otomatiğe bağlanmış oluyor.
Özenle hazırlanmış bu planla (yeşil devrimle) görüldüğü üzere Amerikan şirketlerinin girmekte zorlandığı yeni pazarlar için tohum kapıyı aralayan oluyor. Tohumun gereksinimini yarattığı ilaç, kimyasal gübre ve makineler tohum tarafından aralanan kapıdan içeri böylece “destursuz” giriyor. Tohumu ele geçiren şirketler aynı zamanda küresel tarımı ve gıda da egemenliklerini kuruyorlar.
Canlıya Sahip Olma Hakkı
Tohumu ıslah edenin doğayla birlikte özellikle kadın çiftçilerin olduğu gerçeğine rağmen şirketler bugün kendilerini yeniliklerin ve fikri mülkiyetin tek kaynağı-mucidi olarak görmek ve anlatmakta sakınca görmüyorlar. Bu doğru değil. Ancak gücünü Fikri Mülkiyet Patent ve Telif hakları Anlaşması’ndan- (TRIPs) ndan almaktadırlar. Çünkü toplulukların genetik ve biyolojik kaynaklar üzerinde ortak olarak sahip oldukları hakları TRIPs yok saymaktadır. Yaşam ile eş değer olan tohumların patentlenmesi şirketleri tohumun sahibi kılmaktadır. Başka bir deyişle bu anlaşma ile şirketler canlının-ki tohumlar canlıdır- ve yaşamın sahibi olmaktadır. Sonuç genetik varlıkları şirket çıkarlarına tahsis etmektedir. Şirketler bu sayede genetik kaynakların asıl ‘sahibi’ olan toplulukları, bu kaynakları kullanmalarına karşılık para vermeleri ile bir tür kendi malında kiracı konumuna düşürmektedir. Tohumda uygulanan bu durum çiftçileri tohum şirketlerine bağımlı hale getirme istikametinde hızla ilerlemektedir. Bu ilerleme sadece çiftçileri bağımlı kılmakla kalmıyor; çiftçilerin üretme haklarını ellerinden alıyor. Yukarıda da söz ettiğim gibi aynı zamanda üretim modelini endüstrileştirdiği için, endüstriyel modelin tüm melanetini insanlara, gezegendeki tüm canlı ve cansız varlıkların başına bela ediyor.
TRİPs anlaşmasının kapsamı oldukça geniştir; ecza ürünleri, tarım kimyasalları, tarım başladığından bu yana süregelen bitki yetiştirme ve koruyucu hekimlik ve tedavide kullanılan, bitki türleri, tohum türleri ve mikroorganizmalar. Tarımı şirketlere bağımlı, canlılara sahip kılma içerikli bir anlaşmadır. Canlıların ve yaşamın tepesinde sallanan bir kılıçtır adeta.
Gelişmiş ülkelerin ihracatının yaklaşık yüzde 30’unu tarımsal ürünlerin oluşturduğu günümüzde tarımsal ürünlerin kritik girdi olacağı açıktır. AKP’nin çıkarmış olduğu 5553 Sayılı Tohumculuk Kanunu ile çiftçilere yasaklanmıştır.[3] Oysaki ürettiği ürününden tohumluğunu ayırarak üretime devam edebilenlere çiftçi, ayırmayan, dışarıdan satın alarak üretim yapanlara tarla bekçisi denir.
Son sözler…
Tohumlar canlıdırlar. Yaşarlar. Bu yılın tohumu bir önceki yılın tohumundan farklıdır. Bir sonraki yılın tohumları da bu yılın tohumlarından değişik olacaktır. Tohumlara verilen patentleme hakkıyla şirketlere canlıya sahip olma hakkı veriliyor. Bu hak gaspı olmasının yanında tohumun koşullara kendini uyarlayarak, değişmesi ve yaşayabilmesini ortadan kaldırıyor. Sakıncalıdır. Eğer şirketler istemezlerse ilerde bu bitkilerin ürününden insanlar ve hayvanlar yararlanamayacak. Neden? Şirketlere patent yoluyla canlıya sahip olma hakkı tanındığı için. Şirketler gen teknolojisiyle sadece canlıların sahibi olmuyor, doğadaki bütün biyoçeşitliliğin yok olmasına neden oluyorlar.
Tohum yaşamdır. Patentlenemez! Her ne şekilde olursa olsun şirketlerin yaşamın sahibi kılınması kabul edilemez. |