Son yıllarda gıda sektörüyle ilgili haberler hiç dikkatinizi çekiyor mu? Bizim ilgimizi çekiyor. Nasıl çekmesin ki; GDO'lar, katkı maddeleri, etler, sütler, yoğurtlar, yağlar derken tartışmaya şimdi de tatlandırıcılar eklendi. Yazılarını ilgiyle takip ettiğimiz DÜNYA yazarı Dr. Yavuz Dizdar'ın köşesinden yaptığı uyarılar, önce televizyon ekranlarına sonra da Sağlık Bakanlığı'na kadar taşındı.
Geriye dönüp son yıllarda gıdayla ilgili sıkça gündeme gelen bir kaç başlığa kısaca bir göz atalım isterseniz...
GDO'lu gıdaların yani "Genetiği değiştirilmiş organizmalar"ın son dönemin en hararetli tartışma konularının başında geldiği konusunda sanırım hiç bir şüphe yok. Yapısına hangi genin eklendiği, bu genin insanlar üzerinde nasıl bir etki yaratacağı belli olmayan ve çocuk mamalarına kadar giren mısır, soya gibi ürünler herkesi düşündürüyor.
Diğer yandan gen teknolojisiyle modifiye edilmiş, yeni ürün yetiştirilmesine olanak vermeyen tohumların "gıda" olarak kabul edilip edilmeyeceği de bu tartışmanın bir parçası. Üstelik de bu tür modifiye tohumları geliştiren BASF, Monsanto, Bayer, Syngenta ve Dupont gibi firmalar, geliştirdikleri tohumlar için patent alma yarışında. Bu tür tohumlardan yetiştirilen ürünlerin insanlar üzerindeki etkileri henüz net değil.
Belki hatırlayanlarınız çıkacaktır. 2008 yılında ABD New York'ta hızlı yemek restoranlarında ve pastanelerde bolca kullanılan "Trans yağlar" tamamen yasaklandı. Yasaklanma gerekçesi elbette bu yağların sağlığa zararlı olması. Bu tür yağların depresyondan kalp krizine kadar etkileri olduğu yönünde iddialar var. Türkiye'de kurumsal üreticiler, ürünlerinde bu tür yağların bulunmadığını söylüyorlar, ancak sektörün kurumsal olmayan kısmında bir kontrol ve yasaklama bulunmuyor.
Bir başka önemli tartışma konusu ise gıda katkı maddeleri üzerine. Örneğin tuzlu gıdalarda en fazla kullanılan katkı maddesi MSG (Monosodyum glutamat) bunlardan biri. E621 olarak bilinen bu madde, yine fast food sanayiinde hemen tüm cipslerde, et sularında, hazır çorbalarda, hazır soslarda, tatlı-tuzlu hazır ürünlerin bazılarında, bulyonlarda, işlenmiş et, balık ve tavuk ürünlerinde, mayonezde ve baharat karışımlarında, dondurulmuş yiyeceklerde ve konservelerde bulunuyor. Lezzet artırıcı olarak kullanılan bu katkı maddesi, tat alma duyumuzu normalden farklı etkilediği için beynin doyma sinyaline duyarlılığı azalıyor. Duyarlılık azaldıkça siz daha çok MSG istiyorsunuz ve alıyorsunuz. MSG'li bir yiyecekten sonra katkı maddesiz bir yemek size çok yavan geliyor. Obeziteye neden olduğu öne sürülen bu maddenin ayrıca kalp krizi riskini artırdığı, epilepsi, parkinson, alzheimer gibi hastalıkları tetiklediği hatta görme duyusunu azalttığı bile söyleniyor.
Sebzelerde büyüme için hormon kullanıldığı, zararlılarla mücadele için bolca kullanılan tarım ilaçlarının sebze ve meyvelerde ciddi olarak artık bıraktığı ve bütün bunların uzun dönemde sistemik hastalıklara neden olduğu sıkca dille getiriliyor.
Et ve süt ürünleriyle ilgili iddialar da hiç yabana atılır gibi değil. Kırmızı ve beyaz et üretimi için yetiştirilen hayvan yemlerinin doğal olmayan katkı maddeleri içermesi, hayvanların doğal olmayan ortamlarda yetiştirilmeleri, aşırı hormon ve antibiyotik yüklemesi yapılması, tüm bu maddelerin bu tür hayvansal ürünleri tüketen insanlara da geçtiği iddialarına yol açıyor.
Dr. Yavuz Dizdar'ın köşesini izleyenler süt ve süt ürünleriyle ilgili önemli bazı riskleri hemen hatırlayacaktır. Örneğin UHT yöntemiyle strerilize edilen kutu sütlerin molekül yapısının bozulması nedeniyle deyim yerindeyse "petrolize" olduğu, yani ham petrol gibi hiç bir ortamda çözülmeyen bir özellik kazandığı belirtiliyor. Aynı sütlerle yapılan homojenize yoğurtların da yine bozulmama özelliği bulunması nedeniyle, tüketimine insan sağlğı açısından şüpheyle bakmak gerektiği öne sürülüyor.
Bugünlerde gündemde olan iddia ise "Nişasta bazlı şeker (NBŞ)" olarak bilien msır şurubunun katı ve sıvı neredeyse tüm tatlı ürünlerde kullanılmasıyla ilgili. Yoğun olarak fruktoz, yani meyve şekeri içeren bu konsantre tatlandırıcı sıvının insan metabolizması için yabancı olduğu, bunun için de şişmanlıktan başlayarak karaciğer ve pankreas kanserine kadar uzanan riskler içerdiği tartışılıyor.
Bunlar son bir kaç yıldır tükettiğimiz gıdalarla ilgili tartışılan konulardan yalnızca küçük bir bölümü. Bu konuyla ilgili çıkan haberlerin, yazıllan kitapların deyim yerindeyse haddi hesabı yok! Ama gelgelelim bütün bu fırtına karşısında genlerle uğraşanından hamburger satanına kadar koskoca gıda sektörü ya sessiz kalmayı yeğliyor, ya da bütün bu iddiaları reddetmeyi. Bütün bu tartışmanın çok ama çok küçük bir bölümü üreticilerin üretimlerinde herhangi bir tehlike olmadığını belgelemeleri veya belirli maddelerin kullanımından vazgeçtiklerini açıklamalarıyla sonuçlanıyor.
Bütün bu tartışmaların yarattığı en önemli sonuç ise. bir yandan insan beslenmesi ve sağlıkla ilgili kitapların her gün daha fazla rafları doldurması, diğer yandan da "organik" veya "sağlıklı" olarak adlandırılan bir paralel beslenme sektörünün gelişmesi oluyor.
Bu gidişata stratejik bir gözlükle bakarsak, önümüzdeki 15-20 yıllık süreçte gıda sektörünün ciddi bir dönüşüm geçirmeye aday olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bu durum biraz da siyasi lobicilik ve medya üzerindeki sermaye gücüyle 1970'li yılların sonuna kadar gelen sigara sektörünü andırıyor. Ancak tütün sektörü gibi gıda sektörünün de insan sağlığı üzerindeki çeşitli riskleri daha uzun süre görünmez kılabilmesi çok da mümkün değil. Bu nedenle çiftçisinden biyoteknoloji şirketine, bisküvi üreticisinden hamburgercisine kadar herkes gelecek projeksiyonunu iyi yapmak zorunda. Benim gördüğüm yol, tıpkı sigara şirketleri gibi gıda şirketlerine yönelik sağlıkla ilgili büyük davaların ortaya çıkacağı, kitlesel boykotların gerçekleştirilebileceği yönünde. Bu nedenle sektöre ucundan bucağından iş yapan herkesin gelecek resmini buna göre tekrar çizmesi, maliyet ve ciro hesaplarını buna göre yapması gerekiyor. Yoksa hangi kapıyı çalsanız buruk acı! Benden söylemesi...
http://www.dunya.com/ |