Buğdayın atasının bir yabani ot olarak Anadolu’muzda yaşadığını daha önce de söylemiş idik. Bundan on bin yıl önce, Anadolu’nun da içinde bulunduğu ‘Bereketli Hilal’ denilen bölgede, insanlar uzun bir süreç içinde, bu yabani otlardan bugünkü buğdayı elde ettiler. Suriye, Lübnan ve Irak’ı da içine alan bu bölge, bir hilale benzediği için bu ismi almıştı. O yabani otlar ile buğday arasında çok büyük bir fark vardı. Bir tanesini söyleyelim: Otlarda başaklar çatlıyor ve taneler yerlere saçılıyordu. Köylüler, o otlar arasında taneleri saçılmayanları buldular. Bu tekil bitkilerin genetik yapısında saçılmama özelliği vardı. Bunları ekerek çoğalttılar ve bu sorun bir süre sonra tamamen çözüldü. Aksi takdirde, topraktan saçılan tohumları toplamak nerede ise imkânsız olacaktı. Doğada görülen farklılıklardan köylüler yararlandılar. Buna benzer daha bir dizi sorun, bu seçilim (seleksiyon) süreci içinde çözüldü. Köylüler binlerce yıl bu çalışmalarına devam ederek, bereketli hilalde arpa, nohut, mercimek vb. bitkileri kültüre aldılar ve koyun, keçi gibi hayvanları evcilleştirdiler. Bu, binlerce yıllık heyecanlı macerayı ‘Tüfek, Mikrop ve Çelik’ adlı kitapta okuyabilirsiniz. Köylüler dünyanın ilk ıslahçılarıdır.
Önceleri köylülerin çalışmalarıyla yürüyen bu tohum geliştirme çalışmaları, 1960’lardan sonra ‘Yeşil Devrim’ denilen gelişme ile, yavaş yavaş köylülerin elinden alınmaya başladı. Başta, devlet kuruluşları yeşil devrimde rol oynadılar. Çok az sayıda geliştirilmiş çeşit, köylülerin her değişik ortamına uymuş binlerce çeşidinin yerini aldı. Bu az sayıda çeşidi yetiştirmek, ancak kimyasal gübre ve ilaçla gerçekleşebiliyordu. Daha sonraları tohum ıslahı, şirketlerin tekeline girmeye başladı. Tohumluklar ve bilgisi üzerinde güçlüler tam bir hegemonya kurmaya başladılar. Verimlilik ve açlık gerekçelerini ileri sürerek, sermaye, bilim adamlarını hegemonyasına almış ve çiftçileri bu alanlardan dışlamıştır. Sonuç birçok bakımlar kötü olmuştur. Ürünlerin besleyici değerlerinin ve lezzetlerin kaybı, çevresel çöküş, yoksullaşma bunlardan bazılarıdır. Bilim ve teknolojinin sermayenin tahakkümüne girişi her alanda yaşanmıştır. Şirketler, on bin yıldır köylülerin geliştirdiği bu çeşitlere bir iki gen ekleyerek patentlerini çıkarmaya başlamışlardır. Bu ‘korsanlık’tır.
Bir tarafta her şeyi bilen, teoriyi elinde tutan elitler ve diğer yanda, bunların gösterdiği doğrultuda hareket etmeleri beklenen kitlelere dayanan modeller artık iflas etmiştir. Gelişmiş denilen ülkelerde, her yıl daha fazla ilaç kullanılmasına rağmen, hastalık ve böceklerle zor baş edilmektedir. Örnek diye bize gösterilen Hollanda’da, dekara kullanılan tarımsal ilaç Türkiye’nin on mislidir. Benzer bir süreç, 1950’lerden sonra SSCB’de de olmuştur. Bir avuç bürokrat ve teknokrat, Aral Gölü’ne akan Amuderya ve Siriderya nehirlerinin sularını ovalara akıttı. Gübre ve ilaçla yapılan pamuk üretimi, kısa zamanda gölün kurumasına, balıkların ölmesine, ovaların tuzlanarak üretim yapılamaz hale gelmesine neden olmuştu.
Dünyayı yok edecek olan bu süreçten kurtuluş yolu vardır. Dünyada birçok ülkede ‘katılımcı ıslah’ denilen yaklaşımlarda, araştırmanın en başından itibaren, köylüler ile bilim insanları işbirliği yapmaktadır.
Acaba ‘Tarım Bakanlığı’mız bu konuda ne düşünüyor? Birçok ülkede, bu konuda önderlik yapan çiftçi örgütleri, acaba ‘katılımcı ıslah’ denilen şeyi hiç duydular mı? Tarlalarında çalışan köylülerimize, bakanlık bürokratları ve çiftçi örgütleri yöneticilerine şu on puanlık soruyu sormalarını salık verelim: “Katılımcı ıslah nedir? Bu konuda ne yapıyorsunuz?”