Çiftçi Defteri
    TÜRKİYENİN EN GÜVENİLİR
                GIDA, TARIM ve HAYVANCILIK PORTALI

E-Posta
Şifre
Beni Hatırla    
Ş. Unuttum | Üye Ol
Bugün: 22 Aralık 2024 Pazar
Haberler Yazarlarımız Basından Makaleler Günlük Teknik Bilgiler Etkinlikler Foto Galeri Video Galeri
 Şuan Buradasınız: Ana Sayfa »  BASINDAN MAKALELER » 
facebook
Twitter
 ANA SAYFA
 Gıda
 İçecek
 Tarla Bitkileri
 Sebzecilik
 Meyvecilik
 Hayvancılık
 Su Ürünleri
 Orman, Peyzaj
 Organik Tarım
 Çevre, Enerji
 Bilişim, Teknoloji
 Tarım Tedarik
 Ekonomi, Lojistik
 Tarımsal Desteklemeler

1861 yılında sarayda başlayan şaşalı bir hayatın ardından Vahdettin'in 1926 Mayısı'nda çok uzaklarda, çaresiz, borç ve sıkıntı içinde biten hikâyesinin hazin sonu...   Öyle hınzır hınzır gülmeyin. Bilmeyenler için efendi efendi önemli bir tarihi gerçeği anlatmaya çalışacağım. Son Osmanlı padişahı "Vahdettin" diye andığımız "VI. Mehmet Vahidettin"in hazin hikâyesini değerli Osmanlı tarihçisi, müzikolog, televizyondan artık çoğumuzun iyi tanıdığı Murat Bardakçı'nın affına sığınarak, padişah Vahidettin ile ilgili "Şahbaba" kitabından yararlanıp biraz da sevgili duayen Necdet Sakaoğlu'nun "Bu Mülkün Sultanları" kitabını okuyarak, yaşadıklarımı da ekleyerek anlatmaya çalışacağım. Suriye'de Şam'da, son padişah Vahidettin'in kabrini ziyaret etmiş, cumhuriyet kuşağının sanırım çok az insanından biriyim. Yıl 2000; bugünün bilinen bazı politikacılarının burun kıvırması, "ne işimiz var orada, nereden çıktı bu Suriye" demesine karşın Türk mallarını tanıtan bir fuar hazırlıyoruz. Suriye ile o tarihte aramız bir hayli limoni. Ama Türkiye bölgede ilişkilerini iyi yönetebilir ise "büyük abi" olabilir. Komşularımız ile çok uzun yıllardır ihmal edilmiş ticaretin önünü açmalıyız, bir ilki daha gerçekleştirmeliyiz. Başardık da. Başta ürettiğimiz tekstil makineleri, mutfak gereçleri olmak üzere birçok ürün ilk defa Suriye'ye satılabildi ve bugün milyar dolarlar mertebesinde karşılıklı ticaret yapılabiliyor ise hazırlanan bu fuar gelişmenin temelini oluşturdu. Daha önce okuduğum Şahbaba kitabının da önemli etkisi ile fuar günleri içinde gittim son padişahın kabrine. Yavuz Sultan Selim'in yaptırdığı "Sultan Selim Camii"nin bahçesinde, tel örgüler ile çevrilmiş bir özel bölümde gömülmek için yer bulunamayan bazı Osmanlı hanedanı mensupları ile birlikte yatıyor. Entarili, şişman, devamlı terleyen, muhteşem tembel bir Arap bakıcısı var idi; maaşını Suriye devleti ödermiş ve babadan oğula geçen bir iş imiş bu kabir bakıcılığı. Bakıcı aksi bir adam, tel örgünün içindeki kulübesinden, "Familya", (aile anlamında oluyor) "Ziyaret-ül Kabir" (biliyorum bunu herkes anladı) gibi garip sözcükler kullanarak zorla çıkartabilmiş idim. Alanı koruyan büyük asma kilidi bir hayli söylenerek açtı; içeride Vahdettin'inki de dahil oldukça küçük sayılır sandukamsı mezar taşları var.   42 numaralı oğul Buraya neden, nasıl gelmiş idi son Osmanlı padişahı. Gelin hikâyesini paylaşalım; padişah VI. Mehmet Vahidettin, otuz birinci padişah Abdülmecid'in kırk ikinci ve en küçük çocuğu (kadın hakları için not: Yirmi sekizi kız, ancak kızlarının hesapsız harcamalarının Osmanlı'nın batmasında etkisi çok deniyor.) Vahdettin, otuz üç yıl padişahlık yapan II. Abdülhamid'in de en küçük kardeşi. Ailesi içindeki adı "Şahbaba". Son zamanlarında halifelik mücadelesi yaptığı Sultan Abdülaziz'in oğlu, daha iyi eğitimli, Avrupai Abdülmecid Efendi ile amca çocuğu. Kız da alıp vermişler, aynı zamanda dünürler. Abdülhamid'in uzun saltanatı sırasında aradaki on şehzadeden dokuzu sizlere ömür. Abdülhamid Vahdettin'i çok seviyor. Rivayet ediliyor ki, jurnali seven abisine saraydan, olup bitenden bilgi taşıyor. Aslında çok yalnız ve içine kapalı. Dört yaşında kimsesiz kalmış. Üvey anneler ile büyütülmüş. 1918'de tek şehzade, haliyle padişah oluyor. Mondros Mütarekesi ile Osmanlı topraklarının işgalinin önünü açıp, Birinci Dünya Savaşı'nda müttefikimiz Almanya yenildi ‘biz de yenik sayıldık' denen dönem sonrasında da Sevr (Sevres) anlaşmasını sadrazam Damat Ferid'e imzalattırarak Osmanlı'nın sonunu hazırlıyor. Aynı Damat Ferid "Allah'tan ve İngilizlerden başkasına güvenmediğini" söyleyerek İngiltere'den kendisinin ve padişahın korunmasını ister. Padişah da İstanbul'u işgal etmiş İngiliz ordusuna bir mektup yazarak kendisini güvende hissetmediğini ve İstanbul'dan kaçırılmasını talep eder. Tarihte hep, "ah İngiliz politikası" der dururuz. Bu işte de İngiliz politikası muhteşem; tahttan çekilmemesi için baskı yapar ama tahttan vazgeçmesi halinde de yardım edeceğini söyler. 17 Kasım 1922'de İngiliz zırhlısı "Malaya" ile Malta'ya kaçırılır. Padişah kaçıran bu "Malaya zırhlısı" Atatürk'ün 1938 Kasımı'ndaki cenaze töreni için İngiliz devletini temsilen tekrar İstanbul'a gelir, Dolmabahçe Sarayı önüne saygı için demir atar. Politika ne kadar gerçekçi değil mi? Dikkatinizi dağıtmadan esas hikâyeye geçiyoruz; padişah Malta'da otururken, Osmanlı düşmanı, savaşta arkadan saldırmış Arap isyanının lideri Şerif Hüseyin'den bir davet alır; Hicaz'a (Medine-Cidde Bölgesi) gelmesi istenir. Gider de. Şerif Hüseyin'in amacı halifeliği elinden almak. Herhalde oyunu anlar ki, İskenderiye üzerinden İsviçre'ye gidip yerleşmek isteği ile tekrar İngilizlere başvurur. İngilizler "olur", derler ama bir şartları vardır: "Yol parasını cepten ödeyeceksin."   Cenaze karmaşası Aynı tarihlerde, İsviçre'de Lozan Barış Konferansı var. Yanlış anlaşılır kaygısı ile İtalya'ya Cenova'ya götürülür ve San Remo'da kiralık "Villa Nobel"e yerleşir. Sürgüne gönderilen diğer Osmanlıların gelmesiyle bu ev herkese yetmez, hep birlikte daha büyük "Villa Manolya"ya taşınırlar. Bu San Remo bizim neslin müzik festivali ile tanıdığı kasaba. Altmışlı, yetmişli yıllarda, İstanbul'da da konserler veren İtalyan şarkıcı "Pepino Di Capri"yi meşhur eden yer. Villa Manolya'da yenir içilir, borçlanılır ve 15 Mayıs 1926 günü emr-i hak vaki olur. Ölüm nedeni bir ciğerin veremden tamamen kuruması ve kalp. Ölüm raporu tamam da nereye gömülecek? "Müslüman olmayan topraklarda kalamaz", "Türkiye'ye gelmesine zaten izin verilmez", "Bir Müslüman toprağı bulmalıyız" derken San Remo esnafı ayaklanır. Bakkal, kasap, manav alacaklarına karşı cenazeyi haczederler. "Paramızı almadan geri vermeyiz" derler. Para bulabilmek için cenaze bir ay esnafta kalır. Paris'e yerleşmiş olan diğer Osmanlılar, başta Abdülmecid Efendi, pek istekli olmasalar da yardım ederler. Borçlar ödenir, cenaze geri alınır. Müslüman toprağı olarak Suriye akla gelir. İmdada Osmanlı'nın eski damadı, o dönemin Suriye başbakanı "Ahmet Nabi" bey yetişir. Cenaze bir hayli maceralı bir şekilde gemi ile Lübnan'a, oradan tren ile Şam'a götürülür. Olan bitenden habersiz Şam ahalisi "Padişahımız efendimizin cenazesi geldi" diye pek bir duygulanır, yollara dökülür ama Şam'da da gömecek yer problem olur. Sonunda Sultan Selim Camii'nin bahçesine defnedilir. Benim ziyaret ettiğim mezar işte bu bütün eziyetlerden sonra kavuşulan mezar. 1861 yılında sarayda başlayan bir hayat, 1926 Mayısı'nda çok uzaklarda, çaresiz, borç ve sıkıntı içinde sona erer.   Bilmem neden yazdım bunları. Hazin, düşündürücü, ders alıcı değil mi?   Kalın sağlıcakla. Haftaya "MEKTEBİMİN PIRLANTASI"   İlgilenenler için: 1. Şahbaba - Murat Bardakçı, Pan Yayıncılık 2. Bu Mülkün Sultanları - Necdet Sakaoğlu, Oğlak Yayınları

Ekleme Tarihi
17.03.2009
Ekleyen Kişi


Paylaş | |

>> Arşiv İçin Tıklayınız