24 Aralık 2008'de, çok önemli ve dikkat çekici bir eylem gerçekleşti: "Çılgın İhtiyarlar" Hayrettin Karaca ( TEMA Vakfı Onursal Başkanı ) ve Dr. Muazzez İlmiye Çığ'ın ( Sümerolog ) 'topraklarımız satılmasın' diye, ilerlemiş yaşlarına rağmen, soğuğa, kara kışa aldırmadan, TBMM önünde gerçekleştirdikleri oturma eylemi.
O güne kadar gündemde hak ettiği yeri bir türlü bulamayan, bu çok önemsediğim yabancılara toprak satışı mevzusunu kamuoyuna duyuran Hayrettin Karaca, eylem sırasında yaptığı açıklamada şunları söylemiş: “'ülke toprağının ve tarım alanlarının satışına karşı çıkmak için önce toplumsal bilincin artırılması gerekir; bu konuda hükümetleri suçlamakla bir yere gidilemez, toplumsal tepki konularak hükümetlerin vatandaşı dinlemek zorunda bırakılması için bir araya gelinmesi gerekir”.
Bu iki çılgın ihtiyarın eylemi ve Hayrettin Karaca’nın söyledikleri hepimizi ilgilendirmeli ve hepimiz başımızı önümüze eğip düşünmeliyiz. Eğer ortada bir sorun varsa, bu sorunun çözümü, sorunu görüp de tepki göstermeyenlerin harekete geçirilmesinde yatar. Bireylerin bu konuda üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmeleri kadar sivil toplum örgütlerinin de benzeri eylemlerle seslerini duyurmaları gerekir.
Ama bireylerin, sivil toplum örgütlerinin bunu yapabilmesi için önce, bu konunun vehametinin farkında olmaları lazım. Bu farkındalığı algılama görevi hem bireylere hem de basına, medyaya düşmektedir, çünkü bunlar varlığımızı sürdürmek, var olup olmamak kadar hayati önem arzeden ortak yaşam sorumluluklarımızdır. Maalesef giderek küreselleşen ekonomik yaşam ve yabancı sermayenin serbest dolaşımına paralel yabancılara toprak alım-satımı da sanki sıradan günümüz ticari ilişkilerinin bir devamıymış gibi gözükmektedir. Sınırları zorlayan küreselleşme ideolojisi ne hikmetse bunu kendi çıkarları söz konusu olduğunda özgürlükler ve ticari ilişkilerin parçası olarak göstermektedir. Ancak bunun Türkiye açısından hiç ihmal edilmemesi gereken yönleri vardır.
O da “karşılıklılık ilkesi” hususudur. Karşılıklılık ilkesi her yönüyle işler olmalı, kağıt üzerinde kalmamalıdır. Bugün kağıt üzerinde karşılıklılık ilkesiyle ilişkiler içerisinde olduğumuz çoğu ülkede değil iş yapabilmek, bu ülkelere vize alıp gidebilmenin bile pratikte uygulamasının olmadığı haksız rekabet koşulları gerçeğinin görmezden gelinmesinin nedeni ya aymazlıktan, ya iktidar anlayışından ya da çıkar ilişkilerinden kaynaklanmaktadır. Bu konu basında da, medya da yeterince yer ne yazık ki bulamamıştır. Topraklarımızın kaybında, yabancılara toprak satışı kadar bir diğer önemli husus kamuoyunun yakından tanıdığı 2/B olarak adlandırılan orman arazilerinin satışı konusudur.
Örneğin, TEMA’nın sitesi ( www.tema.org ) a girerseniz, TEMA Gönüllüleri’nin 2/B olarak adlandırılan orman arazilerinin satılmaması için bir yıl önce başlattıkları "Bir İmzaya Karşı 1 Milyon İmza" Kampanyası kapsamında toplanan 1.236.842(*) imzayı, 18 Kasım 2008 tarihinde TBMM Başkanı Köksal Toptan'a sunduğunu öğrenebilirsiniz. Ama maalesef, bu haber de basında hak etmiş olduğu yankıyı uyandıramadı. Tabi ki, bu konuya önem veren ve üzerinde hassasiyet ile duran basın yayın organları gündeme taşımalarına rağmen, bunların sayısı gündem yaratmaya yetmedi.
Oysa ki, topraklarımızın satış yoluyla ya da başka biçimiyle elden çıkması hayatiyet arz eden bir konudur. Sorun yabancıların yatırım ya da ikamet amaçlı olarak emlak ve toprak satın alması değil, geniş çaplı arazilerimizin yabancılara satılarak el değiştirmesinin kanunen mümkün olması ve bu satışların yapılıyor olması can sıkıcıdır. ( 1934 yılında çıkarılmış 2644 sayılı Tapu Yasası’nın 35. maddesi 2005 yılında değiştirilerek yabancılara köy sınırlarında taşınmaz alma hakkı sağlanmıştır. Değişiklik için Anayasa Mahkemesi’ne açılan iptal davası hala sürmektedir. ) Yabancılara büyük çaplı arazi satışı ile, Kurtuluş Savaşı’nda onca kan akıtarak Yunan’ın, İngiliz’in, Fransız’ın elinden kurtardığımız son vatan topraklarımız teker teker yine aynı milletlerin ve İsrail’in, Arapların eline geçmektedir.
Üstelik de çok ucuza ve bedavaya. Satılan araziler ise genellikle en verimli, tarıma en uygun, ticari açıdan, stratejik açıdan da öneme haiz bölgelerimizdeki topraklarımızdır. Yıllarca toprak kaybı, denince ilk aklımıza gelen “erozyon” oldu, bunun için önlem almaya ve toplumu bilinçlendirmeye çalıştık. Topraklarımızın kaybolmaması için erozyonla mücadele ettik. Oysa şimdi, doğanın toprak kaybı konusunda ne kadar masum olduğunu görüyoruz, halbuki beterin beteri varmış. Topraklarımızın haraç mezat yabancılara satılmasıyla erozyondan çok daha kötüsünü, çok daha vahimini yaşıyoruz.
Unutmayalım ki, Sayın Muazzez İlmi Çığ’ın da söylediği gibi “toprak demek gıda demektir” Topraklarımızı satmak, sadece kendi topraklarımız üzerindeki egemenliğimizi tehdit etmez aynı zamanda gıda güvencemizi de tehlikeye atar, bizi gıda ihtiyacımızı sağlamada dışa bağımlı kılar. Topraklarımızın her geçen gün daha kuraklaştığı, daha verimsizleştiği, gıda hammaddelerinin temininde küresel gıda krizinin yaşandığı günümüzde topraklarımızın bir karışını bile kaybetmeye tahammülümüz olmaması gerekir.
Gıda hammaddelerinin ve verimli toprak arazilerinin ticari açıdan da, önümüzdeki yılların en değerli yatırım araçlarından biri olacağına kesin gözüyle de bakılmaktadır. Stratejik nitelikli bölgelerin önemine rağmen, ticari ve ekonomik nedenlere rağmen; paha biçilmez konuma gelecek bu arazilerin yok pahasına satılmasına, topraklarımızın elden gitmesine, en verimli tarım arazilerinin bölünmesine, gıda kaynaklarımızın bir bir yok edilmesine, en yüksek turizm gelirlerine sahip beldelerimizin yabancıların eline geçmesine göz yummamalıyız. İsrail’in toprak satın almalarla bir devlet olarak ortaya çıktığı gerçeğini, biliyor muyuz? Bugün Filistinliler’in yaşadıkları ibretliktir, onun için yabancılara toprak satışı ve anlayışını milli bir çizgiye getirme mecburiyeti vardır.
Son söz olarak, topraklarımızın her biçimiyle yitip gitmesine göz yummamamız, razı olmamamız, tepki göstermemiz gerektiğini bizlere hatırlatan iki çılgın ihtiyara teşekkür ediyorum. Bu ülkenin vatandaşı, yurttaşı olmanın onurunu yaşamak istiyorsak, bu onur sorumluluk gerektirir, bunun gereğini yapmamız gerekir ki, sadakalarla geçinen bir toplum değil sosyal devlet getirileriyle huzur ve güven içinde varlığını sürdüren bir ülke olalım. Birey olarak, siz okuyucularımı ve değerli basın mensuplarını bu konuda çılgın iki ihtiyarı örnek alarak, duyarlılıklarını, tepkilerini göstermeye çağırıyorum.
[email protected]
cumhuriyet.com.tr |