Geçen hafta kuzey Ege kıyılarında dolaştım. Kalabalıklardan uzak yollarda manzaranın tadını çıkardım. Kaz Dağları’nın tepelerine saklanmış küçük lezzet duraklarında damağımı şenlendirdim. Yolculuk mevsimi başladı. Bu yazı size yol boyu nerede ne yiyeceğiniz konusunda rehberlik yapacak. Onun için sayfayı saklamanızı öneririm.
Bahanesi yeme-içme olan gezilere bayılıyorum. Kim bayılmaz ki? Ernest Hemingway işi bayılmanın da ötesine götürmüş, olaya aşkı katıp şöyle demiş: “Yemekte aşk olduğunu keşfettim, başka hiçbir yerde kalmamış olsa da. Sindirim sistemim dayandığı sürece bu aşkın peşinden gideceğim...” Ben de öyle yapıyorum. Bazen bir yemeğin peşine takılıp, dere tepe dümdüz edip gidiyorum. Yemeği ararken ilginç mekanları, coğrafyaları buluyorum. İki güzelliği birden keşfetmenin hazzını doya doya yaşıyorum. Geçen hafta yine lezzetlerin peşinde Ege sahillerinde dolaştım. Benim için zor bir parkurdu. Yolumda bildiğim öyle çok lezzet durağı vardı ki, selam vermeden geçmek vicdanımı sızlatıyordu. Tabii damağımı da. Örneğin Tekirdağ’dan, Özcanlar’da köfte yemeden nasıl geçilirdi? Keşan’dan geçerken Kavaklık’ın mangalda satır köftesinin kokusunu duyar gibi oluyordum. Ezine’de dursam, tam mevsiminde en lezizinden birkaç teneke peyniri bagaja atabilirdim. Ama hiç birini yapmadım. İrademi kullanıp Kaz Dağarı’ndan aşağıya indim. Güneşli, esintili, çam kokan bir gündü. Yol üstü satıcıları hummalı uğraş içindeydi. Tezgahlar onarılıyor, raflara kavanozlar, şişeler diziliyor, çevreye çeki düzen veriliyordu. Birazdan müşteriler sökün edecekti.
ZEUS’UN KAYASINDA
Kuş cıvıltısından başka ses duyulmuyordu. Ama bir ay sonra buralar kim bilir ne hale dönecekti. Kalabalıkların, otomobillerin, avaz avaz müzik setlerinin gürültüsü birbirine karışıp göğe doğru yükselecek, huzur dolu Edremit Körfezi’ni yağlı bir is gibi örtecekti. Kıvrıla kıvrıla dağdan indim. Küçükkuyu’nun girişinde, Zeus Sunağı tabelasından saptım. Kızılçamların yaydıkları çıra kokusunu içime çekerek zirveye vardım. Sunağa, ormandaki patikadan ulaşılıyordu. Otomobili park edip, başımın üstünde dolaşıp duran kara sinekler eşliğinde yürüyüşe başladım. Arada bir durup, gökyüzünü saran kekik, adaçayı karışımı kokuyu, ciğerlerimin en küçük baloncuklarına kadar gönderdim. Aslında sunağı daha önce görmüştüm. Amacım sofraya oturmadan, ormanın sessizliğini dinleyip, kuş bakışı Edremit Körfezi’ni seyretmekti. Schliemann ile Alman arkeolog Judeich’in “İda Zeus’u Sunağı” adını verdikleri dev kayanın üstüne tırmanıp, ormanı kanserli hücre gibi kemiren yazlıklara öfke oklarımı fırlattım. Hiçbir arkeolojik kanıt olmamasına rağmen Schliemann, Zeus’un İda Dağı’nın Gargaros zirvesinde, bu kayaya oturup, yüzlerce kilometre uzaktaki Troia Ovası’ndaki savaşı seyrettiğine inanıyordu. Ayrıca Poseidon bu kayadan Zeus’u lafa tutmuş, Hera ile uyku tanrısı Hypnos’da gizlice Troialılara yardım için savaş alanına gitmişti.
TEPEDEKİ ÇAKALİNİ
Her zaman olduğu gibi antik çağın enfes anlatılarına dalıp gitmiş, zamanın geçtiğini unutmuştum. Aceleyle dağdan inip, ilk durağım Çakalini’ne yöneldim. Gezime otomobilin müzik çalarından trompetiyle Enrico Rava eşlik ediyordu. Camı açıp, kuşlara da dinlettim. Çakalini, Boztepe’deydi. Ormanlardan tırmanıp adresi buldum. Yeşilliklerle kaplıydı, bir karış boz toprak görülmüyordu. Neden Boztepe demişlerdi ki? Zaten eski adı Çakalini’ydi, sabahlara kadar çakallar ulurdu. Anlaşılan bir zamanlar burayı yöneten kişi bu adı pek sevmemişti. Çakalini, sekiz odalı bir butik oteldi. Bahçesi çiçeklerle bezenmiş, yüzme havuzu ağaçların arasına gizlenmiş, yüzünü Edremit Körfezi’ne dönmüş, sırtını Kaz Dağları’na yaslamış huzurlu bir mekandı. Burayı işleten Ümit-Sibel Yegül çifti, emeklilikte herkesin düşlediği yaşamı gerçekleştirmişti. İşe önce bir taş evle başlamış, sonra yavaş yavaş odaları inşa etmişlerdi. Burası lezzetli yemekleriyle de ünlenmişti. Ama sadece otel müşterilerine sunuluyordu. Ümit Bey, enginar dahil, yemek malzemelerini bahçesinde yetiştiriyordu. Deniz manzaralı terasta çektiğim ziyafetten sonra tekrar yola koyuldum. Bu sefer durağım, Tahtakuşlar sapağından çıkılan Çamlıbel Köyü’ndeki Zeytinbağı’ydı. Köye tırmanmadan Tahtakuşlar Köyü’ne sapıp, yol üstündeki Etnografya Müzesi’ne uğradım. Burası Türkiye’de, belki de dünyada, ilk kez bir köylü ailesinin kurduğu özel köy müzesiydi. Emekli köy öğretmeni, gazeteci Alibey Kudar kurmuştu. Müzede konar-göçerlerin Orta Asya’dan günümüze kadarki yaşam biçimleri sergileniyordu. Neler yoktu ki: Para keseleri, oyuncaklar, kirmenler, kolyeler, nazarlıklar, yazmalar, takı ve para koleksiyonları, düğün çalgıları, mutfak eşyaları, halı, kilim, elbise, çadır...
LEZZETLİ ZEYTİNBAĞI
Zeytinbağı’na vardığımda gün karanlıkla buluşuyordu. Daha önce geldiğim, yolum düştükçe uğradığım cennet mekanlardan biriydi. İşe Tuncel-Menend Kurtiz çifti ile Erhan Şeker üçlüsü başlamış, Kurtizler emekli olup, otelin hemen yanındaki evlerine taşınınca işler Erhan Şeker ve eşine kalmıştı. Erhan, şöhreti Körfez’i aşıp büyük kentlere ulaşmış bir yemek ustasıydı. Sadece yemekleri için kilometreler aşıp gelenler vardı. Kendimi yatağa attığımda, omuzlarım sızlıyordu. Uzun bir yolculuk olmuştu. Rüzgarın yapraklarla cilveleşmesinden başka ses duyulmuyordu. Rüyalar aleminde kaybolmam fazla uzun sürmedi. Ertesi gün, tavus kuşunun çirkin sesiyle uyandım. Uzun, lezzetli ve yorucu bir gün beni bekliyordu. Bahçedeki kahvaltı sofrası beni mıknatıs gibi çekti. Masadaki tabaklarda ne ararsan vardı: Sepet peyniri, isli peynir, beyaz keçi peyniri, keçi tulumu, tatlı lor, birkaç çeşit zeytin, ev yapımı akasya reçeli, kabak çiçeğiyle yapılmış omlet, ısırgan otlu tepsi böreği, ortası soğanla doldurularak pişirilmiş ekmek, taze meyve suları... Kahvaltı malzemeleri Zeytinbağı’nın ürünüydü. Otelin yanı başında beyaz keçilerden sağılan sütler, ertesi gün peynir olup masanıza konuyordu. Zeytinler bahçedeki ağaçlardan, yumurtalar folluktan toplanıyordu.
MODERN HOMEROS
Kahvaltıdan sonra Tuncel Kurtiz sökün etti. Bir elinde köpeğinin tasması diğer elinde sopası ile modern Homeros’a benziyordu. Beni aldı dağlara doğru götürdü. Efsaneleri anlattı, Şeyh Bedrettin Destanı’ndan satırlar okudu, şarkılar söyledi. Öğleden sonra Çamlıbel Köyü’yle tanıştırdı. Sokak, ağaç, eski mezar taşlarını anlattı. Daha sonra Zeytinbağı’ndaki bahçelerin sorumlusu Mehmet Özdemir’in peşine takıldım. Bu dağların çocuğuydu, bütün otları tanıyordu. Otel bahçesini leziz otlarla donatmıştı. Ona göre, Kaz Dağları 11 bine yakın çeşit bitkiyi barındıran bir ot cennetiydi. Yalnızca 44 çeşit kekik vardı. Özdemir’e göre, iyi bir ot yemeği yapmak için ot oranını iyi ayarlamak gerekliydi. Yoksa yemek acı, ekşi ya da fazla şekerli olurdu. O gün, hem sabah hem öğle hem de akşam yemeklerinde her biri damak çatlatan lezzetlerle tanıştım. Hem ruhum hem de damağım bu mutlu gün için bana teşekkür ettiler. Yatağıma uzandığımda pencereden içeri giren rüzgar, beni alıp Kaz Dağları’na uçurdu. Rüyamda efsaneden efsaneye koşturdum. Ertesi sabah veda ederken, Erhan Şeker’in her yıl düzenlediği “Ot toplama ve yemek kurslarına” katılacağıma söz verdim. Dağdan aşağıya inip, direksiyonu Dikili’ye çevirdim...
Mehmet Yaşin
hurriyet.com.tr |