İsveç köftesiyle altın günü
Eskiden kadınlar altınını alır günlere giderdi; sonra o devir kapanıverdi. Profesyonel bir 'gün çocuğu' olarak geleneğin izini sürdüm... Ummadığım bir yerde buluştuk; kısırdan, börekten konuştuk.
Bir yandan İsveç köfteler afiyetle yenilirken, bir yandan da iki çift laf ediliyor.
İlkokuldaydım sanırım “En sevdiğin yemek?” sorusuna “Gün tabağı” cevabını verdiğimde. Bir insanın ‘en sevdiği yemek’, tabii ki, maydanozlu-peynirli tepsi böreği, az salçayla ‘halledilmiş’ kısır ve bir ucu; kısırın tuzlu-limonlu suyuyla ıslanmış baklava dilimi vanilyalı kekten başka ne olabilirdi ki? Gerçi sonraları, duvar yıkılınca sanırım, mayonez filan satın alır olduk ve tabaklar bi’ değişti. Cânım patates salatasının yerini Rus salatası, açma böreğin yerini puf puf milföyler aldı. Kek konusunda da, daha çok sosyolojinin konusu olabilecek, ‘kabarmalar’ yaşandı. Çalışan kadınlar, mesela ilkokul öğretmenleri, kabul günlerinde hazırladıkları tabaklara, “Uğraştığına değmiyor şekerim” diyerek muhakkak bir de pastane ürünü ekledi. Keki hazır alıp, kendi parasını kazandığı bilgisini naif bir nişanla simgeledi. Ben uzun yıllar, annem giydiğim tişörtlerden utandığı için beni günlere sürüklemekten vazgeçene kadar, o cayır cayır yanan sobalı odalarda, önlüğün içine giydiği kazağıyla terleyip teyzelerin rujlu dudaklarından çıkan lafları anlamaya çalışan, ha bire çay deviren, diğer gün çocuklarının ağzını burnunu patlatıp, diğer gün çocukları tarafından ağzı burnu patlatılan, kapıdaki topuklu ayakkabıları deneyen, annesine “Ne zaman gidiyoruz?” diye sorup dururken uyuyakalan profesyonel bir gün çocuğu olarak hizmet verdim. Kâh küçük kâğıtlara yazılmış isimlerden kura çekip, bir sonraki günün kimde olacağını belirledim kâh kasetçiden ısmarlanan VHS kaseti almaya koştum. Ama büyüyünce, her ay röflemi yaptırıp, küçük altınımı alarak gideceğim bir ‘gün’üm olmadı. Gelenek bitti, altın günü nostalji oldu. Ben bunu ‘Mark’ın tedavülden kalkmasına bağladım. Mark, gün yapmaya çok uygun bir para birimiydi. Hatta sırf Türk kadınları gününü yapsın diye vardı sanki. Mark bitti, kabul günleri bitti. Sanıyorum. Olabilir. Ben böyle, “Neden, neden bitti bu günler?” diye sorarken annem, o zaman süper ince çorap giyip kırmızı ruj süren teyzelerin bir kısmının hâlâ daha bu geleneği devam ettirdiğini müjdeledi. Ama artık evlerde değil, ‘dışarıda’ toplanıldığını söyledi. “Mesela IKEA” dedi annem. Hemen minibüse atlayıp, zamanında piknik yaptığımız, voleybol oynayıp ip atladığımız koca çayıra dikildiği için hiç ısınamadığım İsveç mobilyacısına gittim.
“İsveç köftesi mercimek köftesinin yerini tutar mı?” “Neden artık evde toplanmıyorsunuz?” diye sordum. Meryem Hanım, “Çünkü artık yaşlandık. Misafir ağırlamak da çok zor bir iş. İkramı, temizliği… Zor geliyor. Burası iyi böyle. Bir tek tepsimizi kendimiz kaldırıyoruz” dedi. Sevim Hanım’a göreyse dönüşüm hızlı olmuş: “Ben ne ara günleri dışarda yapmaya başladık hatırlamıyorum. Herhalde çocuklar büyüdükten, evden gittikten sonra. Bizler de evde durmaktan sıkıldık. Dışarıyı görmek istedik.” Aslında çok da doğru bir şey söylüyor. O vakitler, kadınlar gezmek tozmak için dışarıya pek çıkamazdı. Çıkanların da “Yemeğim yok” diye söylenerek erkenden eve döndüğünü hatırlıyorum. Konuştuğum kadınların pek çoğunun eşi ölmüş. “Bunun etkisi var mı?” diyorum. Ayten Hanım, “Var” diyor. “Eşim öldükten sonra ben daha çok dışarı çıkmaya başladım. Çünkü çok karışırdı, kızardı. Eteğime, çorabıma, saçıma, makyajıma söylenirdi. İnsanın böyle bir şey demesi doğru mu bilmiyorum ama ben bunca yıllık ömrümde o öldükten sonra rahat etmeye başladım. Çocukları da evlendirdim. Ancak şimdi gönlümce gezebiliyorum. Evde yemeğim mi yok, ütülenecek çamaşır mı var hiç umrumda değil. Kırarım bir yumurta, giyerim buruşuk” diyor. Müesser Hanım’a göre böylesi daha ‘sağlıklı’. “Artık hamur işi yiyemiyoruz. Hepimizde tansiyon, şeker… Salata alıyoruz, haşlanmış sebzeler filan… Börek, kısır yemek için genç olmak lazım. Biz artık genç değiliz” diyor. Günlerde, kristalden, altı kalınca, ince belli bardakta ikram edilirdi çay. Burada porselen fincanda, hem de poşet çay veriyorlar. “Artık çay da içemiyoruz çocuğum, çarpıntı yapıyor. Bir poşetten iki fincan çıkartıyoruz, açık, limonlu…” diyorlar. “İsveç köftesiyle gün olur mu?” diye soruyorum. Sadiye Hanım, “Mercimek köftesinin yerini tutmuyor tabii” diyor. Tutmuyormuş. Ama uğraşacak halleri de yokmuş. “Uğraşmaya değmez şekerim”den “Uğraşamıyorum şekerim”e…
Sadece IKEA’da değil, kebapçılarda, balıkçılarda, yaz gelince korular ve piknik alanlarında da buluşuyorlarmış. Ama IKEA rahatmış. Bir kere “Yediniz içtiniz, hadi kalkın” yokmuş. “Gelmişken alışveriş yapıyor musunuz?” diyorum. Dolaşarak çıkıyor, bazen uygun fiyatlı olanlardan, ufak tefek şeyler alıyorlarmış. Ama genel olarak ürünleri beğenmiyorlarmış. Pek sağlam değilmiş. “Peçeteleri güzel” diyor içlerinden biri. Peçete, önemli. Yine duvar yıkıldıktan sonra sanıyorum, Amerikanlar çıkmıştı piyasaya. Koleksiyonunu yapardık. Annem anlamadan paketten bir tanesini aşırmanın önemi, denklemi, meseledir. “Gün yapan gençler var mı?” diyorum. Pek yokmuş. “Artık herkes çalışıyor. Bizim zamanımızda olduğu gibi kadınlar evde oturmuyor. Altın günü bizim için bir ihtiyaçtı, iki insan yüzü görmek, toplanıp konuşmak için bahaneydi. Bugün kadınların böyle bir şeye ihtiyacı yok” diyor Emine teyze. Gün geleneğinin bitmesine benim kadar hayıflanmıyorlar. Herhalde ben bütün o permaları, naylon çorapları, vitrindeki Malibu şişelerini, sehpanın ortasındaki gümüş kâsede duran ve misafirlere ikram edilen sigaraları, ağır parfüm sürünen, bilezik takan, kaküllü ablaları biraz da, çocukluğumu özlediğim için öyle iyi hatırlıyorum. Onlarsa şimdi daha özgür hissediyorlar kendilerini. Kocadan, çocuktan azade, sakin. Bu ülkede kadınların ancak 60’tan sonra huzuru bulması, aramaya başlaması hatta, ne fena.
Hepsinin farklı ekiplerle en az üç dört farklı günü var. Dolar, altın ya da lira… Değişiyor. Rakamlar mütevazı. Mesela bu ‘gün’de 100’er lira toplanıyor, ele toplu para geçmiş oluyor. Bir de, aslında biraz da bahaneymiş zaten, o yüz lira. “Yoksa insan, dört duvar arasında.” Yanlarından ayrılmadan önce, “Önümüzdeki ay kimde olacak gün?” diyorum. “Daha çekmedik kurayı” diyorlar. Rica ediyorum. “Ben çekebilir miyim?” diyorum. Küçük küçük dildiğim kâğıtlara yazıyorum isimlerini. Ayşe, Sadiye, Meryem… Katlayıp karıştırıyorum, avucumda sıkı sıkı tutuyorum. Biraz dolu gözlerle içlerinden birini seçip, dokuz yaşımdaki sesimle bağırıyorum: Meryeeeem! |