Çiftçi Defteri
    TÜRKİYENİN EN GÜVENİLİR
                GIDA, TARIM ve HAYVANCILIK PORTALI

E-Posta
Şifre
Beni Hatırla    
Ş. Unuttum | Üye Ol
Bugün: 23 Nisan 2025 Çarşamba
Haberler Yazarlarımız Basından Makaleler Günlük Teknik Bilgiler Etkinlikler Foto Galeri Video Galeri
 Şuan Buradasınız: Ana Sayfa »  HABERLER » 
facebook
Twitter
 ANA SAYFA
 Gıda
 İçecek
 Tarla Bitkileri
 Sebzecilik
 Meyvecilik
 Hayvancılık
 Su Ürünleri
 Orman, Peyzaj
 Organik Tarım
 Çevre, Enerji
 Bilişim, Teknoloji
 Tarım Tedarik
 Ekonomi, Lojistik
 Tarımsal Desteklemeler
 

 
İNSAN SAĞLIĞI, GIDA EGEMENLİĞİ, GIDA GÜVENLİĞİ 


Dr. Cengiz Başkaya

İnsanlığın gıda üretimi, saklanması ve tüketilme biçimleri konusunda binlerce yıldır geliştirdiği yöntemler son 80 yıl içinde büyük bir dönüşüme uğradı.
 
600 nesilin biriktirdiği bilgiler, kazanılan deneyimler büyük ölçüde işlevsizleştirildi. Biyolojik çeşitlik büyük ölçüde kaybedildi. Bunun nedeni tarım ve hayvancılığın doğayla uyumlu yöntemler yerine doğayı dize getirme anlayışına dayalı tekniklerle yapılır hale gelmesidir. Günümüzde halkların gıda güvenliği ve gıda egemenliği neredeyse tümüyle ortadan kalkmış durumda. Kıtalara, farklı coğrafyalara ve halklara özgü son derece zengin türlerin, farklı ürünlerin ve yöntemlerin yerini tek tip üretim ve tüketim biçimi alıyor.

Bu keskin ve büyük dönüşümün altında yeşil devrim adıyla lanse edilen proje ve uygulamalar yatıyor. Tarımsal üretimde en yüksek verimi sağlamak, insanlığın açlık sorununa çözüm getirmek gibi gerekçelerle dayatılan bu devrimin, birçok şeyi devirdiği doğrudur. Fakat kelimenin olumlu anlamında bir devrim yerine bir yıkımdan bahsetmek mümkündür. Başından beri tarımı dünya çapında bir hegemonya kurmanın araçlarından biri olarak gören bir stratejinin başarılı bir uygulamasıdır bu sonuç.

Yeşil devrim iki büyük emperyalist paylaşım savaşı ile gücünü yitiren Avrupa'nın yerini alma, dünyanın tek egemen gücü olma hedefi doğrultusunda koşulları çok iyi değerlerindiren ABD'nin gıdayı bir silah olarak kullanma stratejisinin ürünüdür. Tabii ki bunu başarırken artık kontrolu altına aldığı Avrupa ülkeleri ile birlikte hareket ediyor.

Yeşil devrim doğaya saygılı, onun kurallarına uyumlu üretim yöntemlerinin yerine, yoğun makine, fosil yakıt, yapay gübre, aşırı sulama, ziraî ilaç tek tip tohuma dayalı tarım yöntemlerini koydu. Verimlilik her şeyin önünde tutuldu. Yöntemlerin doğaya, insanlara, bitki ve hayvan türlerine vereceği zararlar önemsenmedi. Amaç tekelci şirketlerin, büyük sermaye gruplarının kontrol altında tuttuğu petrolün en fazla tüketileceği, petrol türevi kimyasalların, sanayileşmiş ülkelerin ihraç ettiği alet ve makinelerin kullanılacağı yüksek maliyetli üretim tekniklerini uygulamaya bütün ülkeleri mecbur hale getirmekti. Bu amaçla silah sanayisinin teknikleri tarıma uyarlandı. Bomba yapımında kullanılan tekniklerle azotlu gübreler üretildi. Bomba imalatı yapan fabrikalar bu amaçla özel şirketlere devredilidi. Kimyasal silahlardan insektisit ve pestisitler türetildi. Vietnamda doğal bitki örtüsünü yok etmek için kullanılan turuncu ajan yabani otla mücadele için herbisite dönüştürüldü. Atıl kalan Keşif uçakları da değerlendirildi. Geniş tarım alanları uçaklarla sorumsuzca zehirlendi. 1945 te Rockefeller vakfının Meksika'da kurduğu araştırma enstitisü, tohum araştırmalarına başladı ve Meksika buğdayı dünya çapında kullanılacak bir tür olarak üretildi. Bunu patentli, üretimi tek tipleştirmeye yönelik pirinç, mısır, soya, pamuk tohumları izleyecekti.

Hiroşima ve Nagazaki facialarının verdiği özgüvenle Kuzey Kutbu buzullarının atom bombası patlatılarak eritilmesi, Alaska'nın tarıma açılması bile ciddi ciddi düşünüldü.

Bu tespitlerin bir komplo teorisi yaklaşımıyla yapıldığı düşünülürse amaçlananın ne olduğunu ilgili kişilerin kendi ağızlarından duymak yerinde olur.

Başkan Kennedy'nin danışmanı Orwille Foreman; "Dünya üzerinde en yüksek miktarda tarım üretimi doğayla ve yerli halklarla yapılacak uzun bir savaş olarak görülebilir."

Henry Kissinger; "Petrolu kontrol eden kıtaları kontrol eder, gıdayı kontrol eden tüm insanlığı kontrol eder."

Yüksek verim, açlığa çözüm vaatleriyle uygulanan ve uygulatılan yöntemlerin vardığı sonuç, açlığa çare olmak bir yana, İhracata ve rekabete dayalı üretim yöntemlerine, kendi ihtiyaçlarını da karşıladıkları çoklu üretim yerine monokültüre zorlanan, zorunlu ve pahalı maliyetleri karşılayamayan dünya çiftçilerinin hızla yosullaşması, aç kalması, topraklarını terketmek zorunda kalması oldu. Tekelci şirketlerin rekabeti önleyen yasaları birer birer çıkarttığı, çiftçileri yüksek verim vaadiyle genetiği değiştirilmiş türleri üretmeye zorladığı yoksul ülkelerde, küçük çiftçilik bitme yolunda. Son beş yılda Hindistan'da 150 binden fazla çiftçi intihar etti. Doğanın armağanı, yüzlerce yıldır çiftçilerin denemelerle ve doğal melezleme yöntemleriyle geliştirdiği binlerce pirinç, yüzlerce buğday ve mısır türünün yerini tekelci şirketlerin geliştirdiği doğaya aykırı birkaç tür aldı. Binlerce yıllık Basmati pirinci 40 bine yakın genine sözde A vitamini içeriğini arttıracak bir gen eklenerek petentlendi ve sahiplenildi. Adına Tasmati dediler. Halen genetiği değiştirilmiş tohum piyasasının yüzde doksanını elinde tutan Monsanto, 20 yıl içinde dünya çapında bütün tohumların GDO lu ve patentli olmasını planlıyor. Dünya Bankası, İMF, Dünya Ticaret Örgütü'nü ve tabii ki hükümetleri de arkalarına alarak tüm ülkelerin tarım üretim yöntemlerini keni çıkarları doğrultusunda şekillendiriyorlar.
 
Türkiye'de 2006 yılında kabul edilen Tohum Yasası da bu amaçla atılan adımlarından biridir. Sertifikalı tohum kullanmak zorunlu olduğundan çiftçilerin kendi ürünlerinden tohum ayırıp ekim yapmaları yasaklandı. Her yıl şirketlerden tohum satın alınması zorunlu oldu. Tohum, gübre, zirai ilaç ve petrol fiyatları her yıl artarken ürün fiyatları piyasa koşullarınca belirlenecek, nedense bu koşullar her zaman üreticinin aleyhine olacaktır. Giderek çiftçiler üretimi ve topraklarını terkederek ucuz ve niteliksiz iş gücü potansiyeline eklenmek üzere şehirlere göç edeceklerdir. Buğdayı, Mısırı, pamuğu, eti, tereyağını, peyniri üretmek yerine ithal etmek ekonomik akla uygundur. Çiftçiye destek vermek serbest piyasa ve rekabet kurallarına aykırıdır. Güçlü olan ayakta kalmalıdır. Fakat kendi tarım sektörüne yılda toplam 300 milyar dolar destek sağlayan yedi zengin ülke bu kurala uymak zorunda değildir. Aksi halde ellerindeki ürünleri artık üretme yeteneğini yitiren ülkelere istediği fiyattan satamazlar… Gıdayı bir silah olarak kullanamazlar…

Tekelci kapitalist şirketler amaçlarına ulaşmak için, halkların yeme/içme alışkanlıklarını, damak tadını da değiştirmeyi hedefliyorlar. Hindistanda halk hardal yağını yaygın olarak ve severek kullanılıyordu. Hardal üretimi, yağ elde edilmesi ve ticaretinden milyonlarca aile geçimini sağlıyordu. Doğal olan da tabii ki her ülke halkının kendi ürettiği, iklim ve toprak koşullarına, tat anlayışlarına uygun gıdaları üretip tüketmesidir. Fakat amaç tekellerin ihtiyaç fazlası ürünleri elden çıkarması olunca, değişik yöntemler gündeme gelecektir. Tarım tekellerinin elinde büyük miktarda genetiği değiştirilmiş soya yağı stokları oluşmuştu. Avrupa Birliği ülkelerine satmayı denediler, fakat alıcı bulamadılar. Bir milyar nüfuslu Hindistan iyi bir pazar olabilirdi. Fakat Hintliler soya yağını sevmiyorlar, inatla kendi yağlarını tüketmek istiyorlardı. Dünya Bankası ve DTÖ soya yağı ithalatını serbest bırakması için Hindistan Hükümeti'ne baskı yapıyordu. Hükümet halkın tercihleri doğrultusunda işi ağırdan almaktaydı.

1988 ağustos ayında aynı günde nasıl olduysa dört hardal yağı fabrikasının ürettiği yağlardan 500 kişi zehirlendi ve kırk kişi öldü. Haber dünyaya "hardal yağı ölüm saçıyor." biçiminde verildi. Hindistan parlementosu acil bir gece oturumuyla hemen soya yağı ithalatını serbest bıraktı. Hardal yağı üretimi durduruldu. Milyonlarca Hintli aile işin kaybetti. Bu tür yasalar bizde de gece yarıları kabul edildi hep… Gece baskınları tarihte hep iyi bir savaş taktiği olagelmiştir. Artık Hintliler binlerce yıldır tükettikleri zararlı (!) yerel yağlarından kurtulup bilimsel gelişmenin son ürünü GDO’lu soya yağına kavuştular. Aynı dönemde Türkiye'de soyanın ve soya yağının çok değerli bir gıda olduğu, soya sütünün ana sütü kadar komple bir gıda olduğu, soya proteinin hayvansal protein eksikliğinden doğan açığı kapatabileceği yönünde ardı ardına “bilimsel” yayınlar yapıldı. Medyada soyanın mucizeleri ile ilgili haberler sıkça yer aldı. Margarinlerin piyasaya sürüldüğü yıllarda tıp fakülteleri tereyağının tehlikeleri hakkında halkı bilinçlendirmeyi görev edinmişlerdi… Katılaştırılmış bitkisel yağlar ise çok yararlıydı. Bebek mamaları ithalatı başladığında bebeklerin her hastalık durumunda ana sütünün kesilip, mamaya başlanması öneriliyordu. Ana sütüne birkaç gün ara verildiğinde bebekler biberonun kolaylığına alışıp annelerini emmeyi bırakıyorlardı. Zaten bu arada annelerin sütü de kalıcı olarak kesiliyordu. Neyse ki kırk yıl sonra Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ana sütünün vazgeçilmez olduğunu keşfedecek ve doğal olana dönüş teşvik edilecekti…

Bütün dünyada çocukların ve gençlerin kolalı içeceklere ve fast food türü beslenmeye alıştırılmaları ve damak tatalarının küreselleşmeye uygun hale getirilmesi de hiç zor olmadı. Coca Cola'nın sloganına uygundu durum; "Üç yaşında alıştır, yetmiş yıl sat!"

Şirketler Irak'ta daha kestirme bir yol izlediler. Savaşın bitiminde kendi yazdırdıkları yasalarla Irak'ta genetiği değiştirilmiş tohum dışındaki bütün tohumların ekilmesini yasakladılar. Binlerce yıl önce toprağı etkili işleme yöntemlerinin ilk geliştirildiği, ilk sulama kanallarının yapıldığı, bu nedenle yerleşik toplumun ilk örneklerinin görüldüğü ve kültür tarımının ilk defa yapıldığı yer olan Mezopotamya, ilginç biçimde insanlığın bütün bilgi birikiminin bir yana itilip şirketlerin verdiği reçeteler ve takvimle, mevsim döngülerini, tohum ekme ve hasat dönemlerini bilen, yüzlerce tür ürün yetiştiren insanların yerine kullan - at türü çalışanlarla gerçekleştirilen “modern tarıma” silah zoruyla geçilen coğrafya oldu.

Genetiği değiştirilmiş ürünleri satın almak istemeyen ülkelere DTÖ ve DB bankası ticari yaptırım sopasını gösteriyor. Afrika ülkesi Zimbabwe bu ürünleri ithal etmeyi reddettiğinde İMF bu ülkenin borçlarını hemen kapatmasını ve bunun için gerekli parayı elindeki buğday stoklarını satarak temin etmesini istedi. Ya satın alırsın, ya da aç kalırsın. Bir yetkili dilencilerin (borç alan ülkelerin) seçme hakkı olmadığını açık bir dille ifade etti.

Özetle tüm dünya halkları kendi gıda güvenliğinden ve egemenliğinden vazgeçmeye zorlanıyor. Velhasıl, tohum, gübre, zirai ilaç piyasasını ellerine geçiren, dağıtım işini de kontrol eden birkaç tekelci şirketin insafına terkediliyoruz.










 
 

Ekleme Tarihi
08.06.2014
Ekleyen Kişi
gidatarim2

Etiketler: Gıda Güvenliği
Link: İnsan Sağlığı, Gıda Egemenliği, Gıda Güvenliği




  HABERLER
>> Arşiv İçin Tıklayınız