Makalenin yazarı Simon McKenzie yazısına, "Tanrı Dünyayı yarattı, fakat Dutch Milleti Hollanda'yı yarattı" diye başlamış. "Hollanda, kimi avrupa dillerinde basık/alçak toprak anlamında, Netherlands, Pays-Bas gibi isimlerle adlandırılmakta; bu adlandırmaya hak kazandıran gerçek, ülke topraklarının 2/3'ünün deniz basacak kadar düşük rakımlı olması ve ülke nüfusunun %60'ının deniz seviyesinin altındaki topraklarda yaşıyor olmasıdır" diye devam etmiş.
Söz konusu makalede yine bir Hollandalı olan Han van der Horst'un, Low Sky-Understanding the Dutch adlı kitabından şu cümleler nakledilmektedir:
"Ülkeyi ve toplumu deniz şekillendirmiştir. Su, hem bir arkadaş, hem de varlıklarını tehdit eden bir tehlikedir. Yabancılar, Hollandalılar için, su ile mücadele ediyorlar ve kazanıyorlar diye düşünse de; deniz olsun, nehir olsun suyu yenmek mümkün değildir; çünkü o çok daha güçlüdür. O nedenle insan için, onunla birlikte yaşamanın bir yolunu bulmaktan başka çaresi yoktur."
"Hollandalılar için son 1000 yılın başlıca uğraşısı, Deniz ve Nehir suyu ile birlikte yaşamanın yolunu arayıp bulmak olmuş; su ile mücadelede kazandıkları uzmanlık, bu milletin karakterini silinmez şekilde biçimlendirmiştir."
"Suyla baş etmede başarının esası su, insan ve ekosistemin diğer canlı varlıkları arasındaki uyuşumu ve dengeyi gözetmek / korumaktır: Gücünüzü sergileyeceksiniz önce; sonra, sıra ötekine geldiğinde ona müsaade etmeniz gerektiğini bilmeli ve anlamalısınız ki, sonuç sizin için utandırıcı olmasın. Gerçekçi olmalı ve sağduyunuzu kullanmalısınız; duygularınıza esir olmamalı, bilhassa kızmamalısınız. Her zaman aşırılığa kaçmadan itidalli olmalısınız. Dikkatli ve hep tedbirli olmak zorundasınız; uykuya dalarsanız, ayaklarınız ıslanmış halde uyanmak zorunda kalırsınız. Bütün bu özellikler, ulusun karakterinde yer etmiş; varlığımızı sürdürme ve düşünme yollarımızın taşları olmuştur." İlginç tesbitler!
.......
Bu alışkanlık o milletin politik hayatına da yansımış. Çok partili demokratik bir sistemin uygulandığı Hollanda'da hiçbir zaman tek parti hükümeti olmamış! Hep koalisyon hükümetleriyle yönetile gelmiş bu ülkede uzlaşı kültürü, günlük hayatın her alanında kendisini hissetirmekte imiş. Yazar şöyle diyor; "çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir"!..
Dr. Saygılı buradan sonra şu soruyla yazısını bitiriyor: "Bu kadar bol nimetin bulunduğu bir ülkede yaşayan insanlarımızın,yaşam koşullarındaki doğal zorluklara rağmen Hollandalıların dünyanın sayılı denizci milletlerinden olmalarına; sanayileşmiş-gelişmiş ülkelerinden biri olabilmelerine; kişi başına milli gelirlerinin bizimkinden 3.5-4 misli daha yüksek olmasına bakarak; kendilerini sorgulamalarını ve nerede yanlış yapıyoruz sorusunu sormalarını-cevabını aramalarını beklemek çok şey beklemek midir?.."
Evet çok şey beklemektir!
Çok şeydir, hem de her şeydir. Bireysel ya da kesimsel olarak kendisine ezbere belletilen doğrularından başka doğru tanımayan insanımızın çoğunluğu için -hangi ideolojik kampa dahil olursa olsun- "neyi yanlış yapıyorum" sorusu anlamsız, dolayısıyla da imkansız bir sorudur. Doğruyu yapan kendisi / kendileri, yanlış olanlar ise dışındaki(ler)dir.
Yukardaki alıntı içindeki bir cümle (kırmızı), toplumumuzun bugünkü Sorun Çözme Kabiliyeti açısından yol göstericidir.
Toplumların karakterlerinde de -aynen onu oluşturan bireylerde olduğu gibi-, içinde bulunduğu koşulların etkisi büyük oluyor.
Bizim son 1000 yılımıza damgasını vuran başat kültürel öğe nedir diye bakıldığında, ezber-itaat-biat üçlemesi dikkat çekiyor.
Sorunlarının çözümünü onu yönetenlere ihale etmiş, yöneticileri ise bu ihaleyi Tanrıya devrederek başarısızlık karşısındaki olası sorgulama ve/ya hoşnutsuzluğu kesin olarak bitirmiştir. Suyla uğraşan su sorunları hakkındaki becerilerini ve oradan yola çıkarak diğer sorun alanlarındaki becerilerini -yani Sorun Çözme Kabiliyetini- geliştirirken, sorunlarını ihale etme konusunda uzmanlaşan toplumumuz da kurtarıcı arama -ve bulma- becerisini geliştirmiştir.
Ayak sesleri -eğitim sınıfımızın dışındaki- herkesçe duyulan Öğrenme Devrimi iki anahtar ilke çevresinde örgüleniyor:
İki anahtar ilke: akıl-beden bağlantısı ve akıl-beyin bağlantısı..
1. Birinci ilke, öğrenmenin akademik bir süreç olmadığını, bebeklikten itibaren yapılan her türlü bedensel eylemin aklı geliştirdiğidir.
2. İkinci ilke ise, gelişen aklın beyinde yeni bağlantılar oluşturduğunu, bunun da yeni bedeni ve akli eylemleri tetiklediğini, bu sürecin kendi kendini beslediğini söylüyor.
Eğer bu ilkeler doğru ise -ki hergün doğruluğunu deneyip doğruluyoruz-, sorun çözme konusundaki uğraşlarımız aklımızı geliştirecek, gelişen aklımız yeni sorun çözme girişimlerini tetikleyecektir.
Buna göre yapılması gereken nedir?
Ortak akıl bu soru'nun ayrıntıları konusunda en iyi cevapları bulacaktır. Hollandalı yazarın ifadesini tekrarda yarar var: "çelişen çıkarların masaya taşınacağı ve aralarında bir şekilde uzlaşının aranacağı bir komite teşkil etmeksizin karara bağlanmış önemli bir konu hemen hemen yok gibidir"
Ayrıntıları ortak akla bırakmadan önce bizim yapmamız gereken tek şey, Sorun Çözme Kabiliyeti'mizin yüzyıllar içinde dümura uğradığını ve bu yetmezliğin tüm karar ve eylemlerimize -bir parmak izi gibi- yansıdığını kabul etmek, bu sorunu gündemimize alarak tartışmaya başlamak.
19 Eylül 2010 Pazar