Son yıllarda “gıda krizi” kavramı oldukça sık kullanılır oldu. Özellikle olumsuz değişen iklim ve ekolojik koşullar karşısında canlıların, özellikle gıda maddesi olarak kullanılmak üzere yetiştirilen bitki ve hayvanların verim ve kalite performanslarının değişeceği daha doğrusu düşeceği bir gerçektir. Her ekolojinin farklı koşulları vardır. Ve her koşulda en iyi performansı o ekolojiye en iyi uyan genotipler – çeşitler gösterir. Bu nedenle ABD firmaları Avrupa koşullarına uygun çeşitleri belirlemek için denemelerle yetinmez, araştırma istasyonları kurarlar. 8 C0 a varabileceği ön görülen sıcaklık değişimine ayak uyduracak hiçbir genotip beklenemez. Yani bugünkü çeşitlerin hiç birisi iklim değişikliklerinde varlıklarını sürdüremeyecektir. Zaten genelde herhangi bir yeni çeşidin 4-5 yılda yerine yeni çeşitlerin gelmesi kaçınılmazdır. Bu, tüketici beklentisindeki değişmelere bağlı değildir. Yeni hastalık – zararlılara daha dayanıklı veya daha yüksek verim ve kaliteli genotiplerle sağlanır. Yeni çeşitlere monte edilen genler buğdayda 1970’lerde yılda %4 civarındaki performans artışı sağlarken, 2000’lere gelindiğinde % 1’lerin altına düşmüştür (Şekil). İşte bizleri asıl düşündüren bu olmalıdır. Yarının genlerini nereden bulacağız? Özellikle daralan ekim alanları ile yeterli üretimim sağlanamama olasılığının yanında, artan nüfusun gıda ve yükselecek günlük kalori gereksinimi karşılayacak arayışlar öne çıkmalıdır. Yeni genler, bunları yeni çeşitlere aktaracak ıslahçı kuruluşların, tohumculuk firmalarının fonksiyonları konusunda toplumun bilinçlenmesi sağlanmasıdır. Bu konu aslında farkındalık yaratma kapsamında, tüm kamu oyuna aktarılmalıdır. İleriye dönük projeksiyonlar için üretici, tohumcu, politikacı, bürokrat, bilim adamı yani tüm kamu oyunun bilinçlendirilmesi zorunludur. Bu konu 1980’lerde bir AB ülkesinde de gündeme geldiğinde; üreticisinden, ihracatçısına tüm paydaşlar bir araya gelerek, öncelikle kendine döllenen bitkilerde çalışan tohumculuk sektörünün geleceği için 25 yıllık bir süre için tohumculuk firmalarının desteklenmelisi kararını almışlardır. Başta vergi olmak üzere yapılan yasal düzenlemelerle kredi, bilimsel danışman, uzman, ekipman desteği verilerek bu gün o ülkeler dünya tohumculuğunda söz sahibidirler. Gerek bitkisel ve gerekse hayvansal üretimde “gen” kavramının gittikçe öne çıktığı çağımızda, tarım konusuna farklı bir açıdan yaklaşmak durumundayız. “Bitki Islahçı Hakları Yasası”nın yürürlüğe girmesiyle üretimini yapmakta olduğumuz yurt dışı kaynaklı bitki çeşitleri için yabancılara royalite (ıslahçı hakkı) ödenmesi gerekmektedir. Yarınlarda bahçelerimizde yetiştirdiğimiz meyvelerimizi royalite ödemeden yiyememe durumunu kaç kişi bilmektedir. Royalitesi ödenmemiş çeşitlerimizin ihracatları aşamasında sınırlardan döndüğünü de belki pek duyan olmamıştır. Yani Türkiye, yarın gereksinim duyacağı çeşitleri kendi bünyesinde geliştirmek zorundadır. Tohumculukta çeşidin önemi büyüktür. Çünkü tohumu aslında çeşidin performansı sattırır. İsim yapmış bir çeşidin getirisi çok fazla olur. Ülkemiz tohumculuk stratejilerini buna göre geliştirmek zorundadır. Türkiye’nin; özellikle mısır, ayçiçeği ve bazı sebze türlerinde sürekli yeni çeşitleri yani yeni teknolojiyi transfer eden bir ülke olduğu gerçektir. Hatta bu konuda teknolojiyi değil de bizzat ürünü ithal ettiği bilinmektedir. Bu olayı analiz etmeye kalktığımızda görürüz ki, söz konusu teknoloji bir ülke ekonomisi için geçici bir çözümdür. Tohumculuktaki teknoloji transferi, tamamen yurt dışında araştırma sonucu bulunmuş yeni çeşitlere ödenen ıslahçı hakları büyük meblağları Hâlbuki ülkemizde üreteceğimiz teknolojinin daha da gelişerek kendine yeterliliği sağlamanın yanında, ihracata da yönelebileceği meydandadır. O halde: TÜRKİYE KENDİ ÇEŞİTLERİNİ KENDİ GELİŞTİRMEK ZORUNDADIR. Bu zorunluluğun birçok nedeni vardır. Tohum stratejik bir üründür. Dışa bağımlı olmak yalnız parasal açıdan değerlendirilmemelidir. Dr. Nazimi Açıkgöz |