“Bilenin bilmeyene borcu var!”. Bu söz Tema Vakfı’nın Onursal Başkanı Sayın Hayrettin KARACA’ya ait. Düşünüldüğünde her birimizi bağlayan ve mutlaka bir şeyler yapmamızı gerektiren özlü bir söz.
Buna göre hepimiz borçluyuz. Kime dersiniz? Her birimiz bir diğerimize karşı borçluyuz. Özellikle bildiğimiz bir konuyu bir bilmeyene anlatmadığımızda, borcumuz kesin. Bu borcu ödemenin yolu ise kesinlikle ekonomide vazgeçilmez bir değişim aracı olarak kullandığımız “para” değil.
Sözün özü bu: bilgiyi paylaşmak. Ancak bilgiyi paylaşmak için öncelikle bilgiye sahip olmak gerekiyor. Bunun içinse Karaca’ya göre önce okumak ve bilgilenmek, sonra ilgi duymak ve doğru tepki vermek! gerekiyor. Peki neye karşı doğru tepki? Toplum yararını ve dolayısıyla doğal varlıkları tehdit eden tüm yanlışlara müdahale etmek için, inisiyatif almak, iyi ve doğruyla toplumu buluşturmak için.
Hayrettin Karaca geçtiğimiz hafta sonu bir kez daha Antalya’daydı. Aslında daha önce bir bölümünü okuduğum ve yine kendisinden dinlediğim görüşlerini, biraz daha kapsamlı dinleme şansı bulduğumu söyleyebilirim. Söyleşisinde ülkesine duyduğu sevginin kaynağının, aileden ve toplumdan aldığı kültürle olan ilişkisi üzerinde durdu ve “bizi ayakta tutacak temel güç kültürümüzdür. Bu kültür büyük kentlerde kalmasa da Anadolu da hala yaşıyor, bu bizim zenginliğimizdir.” görüşünü dile getirdi. Özellikle kurtuluş savaşı sonrasına gelen çocukluk yıllarında, yani 1920’li yıllardaki komşuluk ilişkilerinden bahsederek toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın ne kadar güçlü olduğunu gözler önüne serdi. Konuşmasının bir bölümünde yaşantıyla kazanılanların kültür olduğunu vurgulayarak çocukluk dönemlerine döndü ve o kültürün nasıl oluştuğunu anlattı:
“- Bizim çevreye göre durumumuz iyiydi. Varlıklı bir ailenin çocuğuydum. Ancak büyüklerimiz “olanın, olmayana borcu vardır, komşusu aç iken tok olan bizden değildir…”, dediler ve bu değerleri benliğimize işlediler… Ben bu kültürle yetiştim. Fakirlik yaygındı ama aç komşumuz yoktu. Annem akşam olunca kimsesiz komşumuza yemek götürmem için, avucuma bir kap sıcak yemek koyardı. Kulağıma da eğilip, 'Komşu anneye götür' derdi. Etrafta onu duyacak kimse yoktu, ama bu aslında bana “kimse görmesin Hayrettin”, mesajıydı. İyilik ve yardım gizliydi. Komşu annenin yağını, odununu kim alır, kimse bilmezdi. Paylaşma düzeni vardı. İşte o bize has kültürdü, bize özgüydü. Savaştan çıkmış bir Türkiye'de 'fakirim' diyen çoktu. Ama 'açım' diyen yoktu. Paylaşımın gerekliliğini orada yaşadım, oradan aldım bu kültürü…”
“Yine bize ayakkabı alınırdı. Ama o ayakkabılarla annem-babam bizi sokağa çıkartmazlardı. Herkes eşit şartlarda oynardı sokakta. Bütün çocuklar gibi ben de yalınayak oynardım, çünkü kimsede ayakkabı yoktu. Diğer çocuklarla sokakta eşit olmalıydık, onlar görüp üzülmemeliydi…''
“Bugün ne yazık ki özellikle büyük kentlerde bu kültür kayboluyor, kaybolan ve giden budur. Ama ümitsiz olmamalıyız. Anadolu'yu gezerken, bu değerleri hala yaşatanların olduğunu da görüyorum Ama bu da giderse telafisi zor noktaya geliriz. Bunu yaşatmalı, geliştirmeliyiz."
Tüketim kültürü hızla yaygınlaşıyor, bundan kendimizi korumalıyız. İhtiyacımız olanı tüketmeliyiz. Nedir? benim ihtiyacım: doymam, sağlığım, barınmam, kuşanmam. Bunun dışında hiçbir şey tüketmeye hakkım yok. Param da olsa buna hakkım yok. Tüketim çılgınlığı değerlerimizin yok ediyor. Çocukluk dönemlerimdeki "komşuyu aç bırakmayan" kültür yeniden diriltilerek, yoksullukla ve açlıkla savaş mümkün olabilir. "Dünya ikiye bölünmüş artık. Gözü açlar ve karnı açlar. İşte biz o gözü açları doyurmayacağız.”
Kısaca; Hayrettin Karaca çocukluk yıllarını “Olanın olmayana borcu vardır”, anlayışının hakim olduğu bir dönem olarak tanımlıyor ve bu kültürün hızla kaybolduğundan yakınıyor.
Bugün ise ”Olanın olmayana, Bilenin bilmeyene borcu var”, noktasında gelindiğini belirterek; ümitsizliğe yer olmadığını ve çözümün “okuyarak ve bilgiyi paylaşarak” Türk toplumunun bilinçlendirilmesiyle çözüme ulaşabileceğini savunuyor. Bu bilinci toplumda hakim kılmak içinse; bilgi-ilgi ve tepki üçlüsünden yararlanılmasını öneriyor.
Özellikle ilgi duymanın ve tepki vermenin ilk koşulunun “bilgi sahibi olmaktan” geçtiğini; bunun ise yeni bilgilere ulaşmakla, yani okumakla mümkün olabileceğini belirtiyor. Bu nedenle kendisinin topluma bilinç kazandırmak yönünde görevi olduğunu ve “topluma karşı borçlu olduğunu” ve bunu okuyarak ödemeye çalıştığını ifade ediyor. Kısaca; “Okumak ibadettir, okumamaksa cumhuriyete ihanettir”, diyor.
Bu düşünceler yıllar önce TÜBİTAK tarafından basılan yabancı yazarlı bir eserde okuduğum bir düşünceyi çağrıştırdı. Kitapta şöyle diyordu:”Bir toplumun en saf isteği bilimsel bilgidir.” Bu ifade ile sayın Karaca’nın düşünceleri arasında bir paralellik olduğu anlaşılıyor.
Sonuç olarak; bilimsel bilgi, sorunların çözümü ve kaynakların etkin kullanımı için anahtardır, ışıktır ve çıkış yoludur. Buna göre;”Toplumun en samimi isteğinin bilimsel bilgi olması doğaldır”. Bunu gerçekleştirmek içinse; “Bilenin bilmeyene borcu olduğu”, düşüncesinin toplumda hakim kılınması esastır.
Prof. Dr. ORHAN ÖZÇATALBAŞ